Mehmet Akif Işık
Köşe Yazarı
Mehmet Akif Işık
 

Vebadan koronaya...

İnsanoğlunun laboratuarlarda yapay virüs üretmeye başlamasından çok daha önceki yıllarda Dünyada tabii olarak üreyen bakteri ve virüslerin yol açtığı birçok bulaşıcı hastalık vardı. Önceleri Cüzam ve Veba salgını Dünyayı kasıp kavuruyordu. “Kara Ölüm” olarak adlandırılan Veba, çıktığı her yerde toplu olarak ölümlere neden oluyor ve halk çaresizlik içerisinde kıvranıyordu. Osmanlı Döneminde Anadolu’da bulunan bazı Diplomat ve Seyyahların hatıratlarından da öğrendiğimiz kadarıyla Kara Ölüm (Veba) Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Anadolu’da da birçok can alıyordu. 1561 yılında İstanbul’da Veba salgını baş göstermiş, ahali ilk önce bu hastalığı soğukkanlılıkla karşılamış; ancak hastalık sonucu toplu ölümler başlayınca, alınan tedbirlerin yanı sıra İstanbul’da Okmeydanı’nda toplu olarak dua edilmeye başlanmıştı. (O yıllarda Okmeydanı’nda büyük bir namazgâh bulunmakta idi). Avusturya Arşidükü I. Ferdinand’ın daimi elçisi olarak 1555 yılından itibaren İstanbul’da görevlendirilen Diplomat Ogier Ghislain de Busbecq hatıratında: “Bir Macar görevlinin Edirne’de vebadan öldüğünü, arkadaşlarının da ölünün elbiselerini yanlarına alınca o grupta da veba belirtileri başladığını, ancak, o bölgede veba ilacı olarak kullanılan ve kendilerinin “Skordion” diye adlandırdıkları bir ota rastladıkları için bu hastalıktan kurtulduklarını” yazıyor. (Demek ki Yüce Rabbimin yarattığı hiçbir bitki boşuna yaratılmamıştır.) Bu salgın sonlandıktan sonra bu kere 1580 yılında Kuzey Afrika’da başlayan Vebanın 1586 yılında İstanbul’a ve bütün Doğu Avrupa’ya ulaştığını da yine bu hatıratlardan öğrenmekteyiz. İstanbul’da görev yapan diplomatlardan biri de hatıratında: ”Türkler Vebaya aldırmıyorlar ve ondan korkmuyorlardı. Onların inançlarına göre ölümün zamanı ve türü Allah’ın kanununa göre olur. Eğer Allah bir kimseyi vebadan öldürecekse onun kaçması ve sakınması boşunadır.” diyordu. “Kara Ölüm” sonrası bu kez Dünyayı Çiçek, Tifo, Kolera, Verem, Sıtma ve Trahom gibi hastalıklar sarmaya başladı. Ancak bu hastalıklara neden olan virüs ve bakteriler herhangi bir laboratuardan çıkmayıp tabii yollarla ürediği için çareleri de kısa zamanda bulunmuştu. Verem, Sıtma ve Trahom ise uzun süre devam ettiği için Cumhuriyet Döneminde; o zamanki adı “Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı” olan “Sağlık Bakanlığında” özellikle bu hastalıklarla mücadele için; Verem Savaş Genel Müdürlüğü, Sıtma Savaş Genel Müdürlüğü ve Trahom Savaş Genel Müdürlüğü birimleri oluşturulmuştu. Vilayetlerde de bunlara bağlı olarak; “Verem Savaş Dispanseri”, “Sıtma Savaş Dispanseri” ve “Trahom Savaş Dispanseri” bulunmaktaydı. Çocukluğumuzda 1950 li yılların sonlarına doğru idi, gözümüzde hastalık başladığında doğruca Trahom Savaş Dispanserinin önüne giderek sıraya giriyorduk ve görevli bir sağlık personeli de elinde bir şişe ilaç ile kapıda bekliyor ve sırası gelen çocuğun gözüne, elindeki damlalıkla, ikişer damla damlatıyordu. Elbette ki bu arada Virüslerin sebep olduğu Polio, Çiçek ve Tifo hastalıkları ile Bakterilerin neden olduğu Difteri, Boğmaca, Tetanoz ve Kolera gibi epidemik (salgın) hastalıkların aşıları bulunmuş ve kullanılmaya başlanmıştı. Ayrıca; gerek yukarıda saydığım hastalıklar ve gerekse diğer bulaşıcı hastalıklar konusunda, sağlık alanında işbirliği yapan ülkeler arasında da bilgi alışverişinde bulunuluyordu. Nitekim 1966 yılında memur olarak görev yaptığım Sağlık Bakanlığında bu konu benim görevlerim arasında idi. Her hafta sonu (o yıllarda cumartesi günleri öğlene kadar mesai devam etmekte idi) yaklaşık 11 ülkeden, epidemik hastalık olup olmadığı konusunda şifreli olarak gelen telgrafları elimdeki şifre kitabına bakarak çözümlüyor ve Bakanlık Makamına gönderilmek üzere amirlerime veriyordum.   Yukarıda da değindiğimiz gibi, önceleri hastalıkların tedavisi için tabiatta yetişen bitkiler kullanılıyor ve hekimler tarafından bu bitkilerden veya bunların karışımından ilaçlar elde ediliyordu. Osmanlı topraklarında hemen hemen her yerleşim yerinde, çoğunluğu kadın olan ve bu bitkilerden ilaç yaparak sevabına ihtiyaç sahiplerine dağıtan hayırseverler vardı.(Maalesef sonraki yıllarda bitkilerden yapılan bu ilaçlar için “Kocakarı İlacı” tabiri kullanılmaya başlanacak ve fabrikasyon ilaçların kullanılabilmesi için, bitkisel ilaçlar aleyhinde büyük bir kampanya başlatılacaktı.) Şimdi gelelim “ilk çağlardan günümüze sağlık” konusuna:  İnsanları ayakta tutan ve hayatını idame ettirmesini sağlayan ve dolayısıyla bağışıklık sisteminin kuvvetli olmasına etki eden kaynak sağlıklı besindir.   Anadolu’nun verimli toprakları her dönemde üzerinde yaşayan topluluklara yetecek nimetleri onlara bahşetmiştir. Bu haliyle Anadolu halkı kaliteli ürün elde ederek başka ülkelere muhtaç olmadan ve hatta başka ülkelere de yardım ederek hayatiyetini sürdürmüştür. Osmanlının son dönemleri ve Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkenin zayıflaması işgalcilerin iştahını kabartmış ancak normal yollarla Anadolu’yu ele geçiremeyeceklerini anladıklarından hileli yollara başvurmaya başlamışlardır. Bunun başında da Anadolu halkını yapay besinlere alıştırmak ve doğal besinlerden soğutmak, dolayısıyla bağışıklık sistemini zayıflatmak suretiyle kendi ürettikleri ilaçlara muhtaç etmek geliyordu. Bunu gerçekleştirmek için de geleneksel tarımı çökertmeği hedef almışlardı. Öncelikle besin değeri yüksek ve sağlıklı olan yerli tohumlardan elde edilen buğdaya el atıldı. İthal tohumların daha çok verim sağlayacağı inancıyla yabancı ülkelerden getirilen tohumlara çiftçimiz alıştırıldı. Daha fazla verim alındığını gören çiftçimiz de ithal tohuma mahkûm edilmiş oldu. Ancak unutulan bir şey vardı o da ithal tohumdan elde edilen buğdaydan üretilen yiyeceklerin sağlıklı olup olmadıkları hesaba katılmadı. Türkiye’nin her geçen gün daha iyiye doğru gittiğini gören şer cephesi bu gidişata engel olabilmek için köylerdeki bu hareketliliğin azaltılması, dolayısıyla tarım ve hayvancılığın zayıflatılması gerektiği inancıyla sinsi planlarını sahneye koydu.Tarım arazilerinden elde edilen ürünlerin sağlıksız olması için de tarlalara kimyevi gübreler atılması ve gerek tarlalara, gerekse meyve bahçelerine  “haşere ilacı” adı altında ilaçlar sıkılması için vatandaş türlü yollarla ikna edildi. Üretici biraz fazla ürün almaya başlayınca da bunu iyice abarttı. Kimyevi gübreler ve “haşere ilacı” denilen zehirler fazla ürün almayı sağladı ama insanların da bağışıklık sistemi zayıflayarak yavaş yavaş sağlığını kaybetmeye başladı. Sağlığını kaybetmeye başlayan insanlar, ilaç tüketme yarışına girdi ve maalesef bitkisel ilaç yapanlar suçlu muamelesi gördüğü için endüstriyel ilaçlar tüketilmeye başlandı ve dolayısıyla ilaç sektörü patronlarının cepleri dolmaya başladı. Şer cephesi iki yönlü hedefine ulaşmaya başlamıştı: Hem tarım arazilerimiz yavaş yavaş yok oluyor ve hem de bağışıklık sistemi zayıf sağlıksız bir nesil yetişiyordu. Kimyevi gübre ve haşere ilaçları o kadar tesirli idi ki, birçok böceği de artık göremez olmuştuk. Çok şükür ki; son yıllarda bu tuzak fark edildi ve yerli tohumlar kullanılmak suretiyle yavaş yavaş geleneksel tarıma dönüş hazırlıkları yapılmaya başlandı. Ama ne yazık ki bu hevesimiz yarıda kaldı ve gözü doymayan şer cephesinin biraz daha fazla para kazanabilmek uğruna laboratuarlarda ürettikleri Korona Virüsü belası bütün dünya ile birlikte ülkemizi de etkisi altına almış oldu. Bilim adamları bu hastalıktan kurtulabilmenin ilk yolunun bağışıklık sisteminin güçlü olması gerektiği yolunda görüşlerini dile getirmeye ve hastalıklara şifa olması yanında bağışıklık sistemini güçlendiren ve “Kocakarı İlacı” diyerek gözden düşürülen zencefil, zerdeçal gibi birçok bitkilerden söz etmeye başladı. Çok şükür ki sonunda aklımız başımıza geldi ve “Ah keşke o Kocakarı İlacı dedikleri ve aslında elleri öpülesi annelerimizin, ninelerimizin o mübarek elleriyle yaptıkları bitkisel karışımları terk etmeseydik ve kimyevi ilaçları tarlalarımıza atmasaydık, kendi yerli tohumlarımızı kullanmaya devam etseydik” demeye başladık. Bu arada şer cephesinin, gerek Ülkemiz ve gerekse kendi inançlarından olmayan ülkeler için hazırlamaya başladıkları oyun Yüce Rabbimin takdiriyle kendilerine döndü ve kendi başlarına yıkıldı, hazırladıkları tuzağın bir ürünü olan bu virüs onları da kasıp kavurmaya başladı. Yüce Rabbim bizleri en kısa zamanda, dünyayı fesada boğmak isteyen kötü niyetlilerin şerrinden ve şer olarak musallat etmeye çalıştıkları her türlü beladan korusun ve sonumuzu hayreylesin.
Ekleme Tarihi: 15 Ağustos 2022 - Pazartesi

Vebadan koronaya...

İnsanoğlunun laboratuarlarda yapay virüs üretmeye başlamasından çok daha önceki yıllarda Dünyada tabii olarak üreyen bakteri ve virüslerin yol açtığı birçok bulaşıcı hastalık vardı. Önceleri Cüzam ve Veba salgını Dünyayı kasıp kavuruyordu. “Kara Ölüm” olarak adlandırılan Veba, çıktığı her yerde toplu olarak ölümlere neden oluyor ve halk çaresizlik içerisinde kıvranıyordu. Osmanlı Döneminde Anadolu’da bulunan bazı Diplomat ve Seyyahların hatıratlarından da öğrendiğimiz kadarıyla Kara Ölüm (Veba) Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Anadolu’da da birçok can alıyordu. 1561 yılında İstanbul’da Veba salgını baş göstermiş, ahali ilk önce bu hastalığı soğukkanlılıkla karşılamış; ancak hastalık sonucu toplu ölümler başlayınca, alınan tedbirlerin yanı sıra İstanbul’da Okmeydanı’nda toplu olarak dua edilmeye başlanmıştı. (O yıllarda Okmeydanı’nda büyük bir namazgâh bulunmakta idi). Avusturya Arşidükü I. Ferdinand’ın daimi elçisi olarak 1555 yılından itibaren İstanbul’da görevlendirilen Diplomat Ogier Ghislain de Busbecq hatıratında: “Bir Macar görevlinin Edirne’de vebadan öldüğünü, arkadaşlarının da ölünün elbiselerini yanlarına alınca o grupta da veba belirtileri başladığını, ancak, o bölgede veba ilacı olarak kullanılan ve kendilerinin “Skordion” diye adlandırdıkları bir ota rastladıkları için bu hastalıktan kurtulduklarını” yazıyor. (Demek ki Yüce Rabbimin yarattığı hiçbir bitki boşuna yaratılmamıştır.) Bu salgın sonlandıktan sonra bu kere 1580 yılında Kuzey Afrika’da başlayan Vebanın 1586 yılında İstanbul’a ve bütün Doğu Avrupa’ya ulaştığını da yine bu hatıratlardan öğrenmekteyiz. İstanbul’da görev yapan diplomatlardan biri de hatıratında: ”Türkler Vebaya aldırmıyorlar ve ondan korkmuyorlardı. Onların inançlarına göre ölümün zamanı ve türü Allah’ın kanununa göre olur. Eğer Allah bir kimseyi vebadan öldürecekse onun kaçması ve sakınması boşunadır.” diyordu.

“Kara Ölüm” sonrası bu kez Dünyayı Çiçek, Tifo, Kolera, Verem, Sıtma ve Trahom gibi hastalıklar sarmaya başladı. Ancak bu hastalıklara neden olan virüs ve bakteriler herhangi bir laboratuardan çıkmayıp tabii yollarla ürediği için çareleri de kısa zamanda bulunmuştu. Verem, Sıtma ve Trahom ise uzun süre devam ettiği için Cumhuriyet Döneminde; o zamanki adı “Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı” olan “Sağlık Bakanlığında” özellikle bu hastalıklarla mücadele için; Verem Savaş Genel Müdürlüğü, Sıtma Savaş Genel Müdürlüğü ve Trahom Savaş Genel Müdürlüğü birimleri oluşturulmuştu. Vilayetlerde de bunlara bağlı olarak; “Verem Savaş Dispanseri”, “Sıtma Savaş Dispanseri” ve “Trahom Savaş Dispanseri” bulunmaktaydı. Çocukluğumuzda 1950 li yılların sonlarına doğru idi, gözümüzde hastalık başladığında doğruca Trahom Savaş Dispanserinin önüne giderek sıraya giriyorduk ve görevli bir sağlık personeli de elinde bir şişe ilaç ile kapıda bekliyor ve sırası gelen çocuğun gözüne, elindeki damlalıkla, ikişer damla damlatıyordu. Elbette ki bu arada Virüslerin sebep olduğu Polio, Çiçek ve Tifo hastalıkları ile Bakterilerin neden olduğu Difteri, Boğmaca, Tetanoz ve Kolera gibi epidemik (salgın) hastalıkların aşıları bulunmuş ve kullanılmaya başlanmıştı. Ayrıca; gerek yukarıda saydığım hastalıklar ve gerekse diğer bulaşıcı hastalıklar konusunda, sağlık alanında işbirliği yapan ülkeler arasında da bilgi alışverişinde bulunuluyordu. Nitekim 1966 yılında memur olarak görev yaptığım Sağlık Bakanlığında bu konu benim görevlerim arasında idi. Her hafta sonu (o yıllarda cumartesi günleri öğlene kadar mesai devam etmekte idi) yaklaşık 11 ülkeden, epidemik hastalık olup olmadığı konusunda şifreli olarak gelen telgrafları elimdeki şifre kitabına bakarak çözümlüyor ve Bakanlık Makamına gönderilmek üzere amirlerime veriyordum.  

Yukarıda da değindiğimiz gibi, önceleri hastalıkların tedavisi için tabiatta yetişen bitkiler kullanılıyor ve hekimler tarafından bu bitkilerden veya bunların karışımından ilaçlar elde ediliyordu. Osmanlı topraklarında hemen hemen her yerleşim yerinde, çoğunluğu kadın olan ve bu bitkilerden ilaç yaparak sevabına ihtiyaç sahiplerine dağıtan hayırseverler vardı.(Maalesef sonraki yıllarda bitkilerden yapılan bu ilaçlar için “Kocakarı İlacı” tabiri kullanılmaya başlanacak ve fabrikasyon ilaçların kullanılabilmesi için, bitkisel ilaçlar aleyhinde büyük bir kampanya başlatılacaktı.)

Şimdi gelelim “ilk çağlardan günümüze sağlık” konusuna:  İnsanları ayakta tutan ve hayatını idame ettirmesini sağlayan ve dolayısıyla bağışıklık sisteminin kuvvetli olmasına etki eden kaynak sağlıklı besindir.   Anadolu’nun verimli toprakları her dönemde üzerinde yaşayan topluluklara yetecek nimetleri onlara bahşetmiştir. Bu haliyle Anadolu halkı kaliteli ürün elde ederek başka ülkelere muhtaç olmadan ve hatta başka ülkelere de yardım ederek hayatiyetini sürdürmüştür. Osmanlının son dönemleri ve Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkenin zayıflaması işgalcilerin iştahını kabartmış ancak normal yollarla Anadolu’yu ele geçiremeyeceklerini anladıklarından hileli yollara başvurmaya başlamışlardır. Bunun başında da Anadolu halkını yapay besinlere alıştırmak ve doğal besinlerden soğutmak, dolayısıyla bağışıklık sistemini zayıflatmak suretiyle kendi ürettikleri ilaçlara muhtaç etmek geliyordu. Bunu gerçekleştirmek için de geleneksel tarımı çökertmeği hedef almışlardı. Öncelikle besin değeri yüksek ve sağlıklı olan yerli tohumlardan elde edilen buğdaya el atıldı. İthal tohumların daha çok verim sağlayacağı inancıyla yabancı ülkelerden getirilen tohumlara çiftçimiz alıştırıldı. Daha fazla verim alındığını gören çiftçimiz de ithal tohuma mahkûm edilmiş oldu. Ancak unutulan bir şey vardı o da ithal tohumdan elde edilen buğdaydan üretilen yiyeceklerin sağlıklı olup olmadıkları hesaba katılmadı. Türkiye’nin her geçen gün daha iyiye doğru gittiğini gören şer cephesi bu gidişata engel olabilmek için köylerdeki bu hareketliliğin azaltılması, dolayısıyla tarım ve hayvancılığın zayıflatılması gerektiği inancıyla sinsi planlarını sahneye koydu.Tarım arazilerinden elde edilen ürünlerin sağlıksız olması için de tarlalara kimyevi gübreler atılması ve gerek tarlalara, gerekse meyve bahçelerine  “haşere ilacı” adı altında ilaçlar sıkılması için vatandaş türlü yollarla ikna edildi. Üretici biraz fazla ürün almaya başlayınca da bunu iyice abarttı. Kimyevi gübreler ve “haşere ilacı” denilen zehirler fazla ürün almayı sağladı ama insanların da bağışıklık sistemi zayıflayarak yavaş yavaş sağlığını kaybetmeye başladı. Sağlığını kaybetmeye başlayan insanlar, ilaç tüketme yarışına girdi ve maalesef bitkisel ilaç yapanlar suçlu muamelesi gördüğü için endüstriyel ilaçlar tüketilmeye başlandı ve dolayısıyla ilaç sektörü patronlarının cepleri dolmaya başladı. Şer cephesi iki yönlü hedefine ulaşmaya başlamıştı: Hem tarım arazilerimiz yavaş yavaş yok oluyor ve hem de bağışıklık sistemi zayıf sağlıksız bir nesil yetişiyordu. Kimyevi gübre ve haşere ilaçları o kadar tesirli idi ki, birçok böceği de artık göremez olmuştuk. Çok şükür ki; son yıllarda bu tuzak fark edildi ve yerli tohumlar kullanılmak suretiyle yavaş yavaş geleneksel tarıma dönüş hazırlıkları yapılmaya başlandı.

Ama ne yazık ki bu hevesimiz yarıda kaldı ve gözü doymayan şer cephesinin biraz daha fazla para kazanabilmek uğruna laboratuarlarda ürettikleri Korona Virüsü belası bütün dünya ile birlikte ülkemizi de etkisi altına almış oldu. Bilim adamları bu hastalıktan kurtulabilmenin ilk yolunun bağışıklık sisteminin güçlü olması gerektiği yolunda görüşlerini dile getirmeye ve hastalıklara şifa olması yanında bağışıklık sistemini güçlendiren ve “Kocakarı İlacı” diyerek gözden düşürülen zencefil, zerdeçal gibi birçok bitkilerden söz etmeye başladı.

Çok şükür ki sonunda aklımız başımıza geldi ve “Ah keşke o Kocakarı İlacı dedikleri ve aslında elleri öpülesi annelerimizin, ninelerimizin o mübarek elleriyle yaptıkları bitkisel karışımları terk etmeseydik ve kimyevi ilaçları tarlalarımıza atmasaydık, kendi yerli tohumlarımızı kullanmaya devam etseydik” demeye başladık.

Bu arada şer cephesinin, gerek Ülkemiz ve gerekse kendi inançlarından olmayan ülkeler için hazırlamaya başladıkları oyun Yüce Rabbimin takdiriyle kendilerine döndü ve kendi başlarına yıkıldı, hazırladıkları tuzağın bir ürünü olan bu virüs onları da kasıp kavurmaya başladı.

Yüce Rabbim bizleri en kısa zamanda, dünyayı fesada boğmak isteyen kötü niyetlilerin şerrinden ve şer olarak musallat etmeye çalıştıkları her türlü beladan korusun ve sonumuzu hayreylesin.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ankhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.