Rıfat Çakır
Köşe Yazarı
Rıfat Çakır
 

Anşe Bibinin Şibiler

            70’li yıllarda Eğriöz Amazon deltasını andırır ihtişamda heybetli ağaçlar ve gür yeşilliklerle kaplıydı. Acıpınar’ı Kanak Çayına bağlayan patika yolun ortasında berrak dere, iki tarafı da iğde, güvem, kuşburnu, gül, vişne, cehri, böğürtlen ve akasya formasyonundan sarmal tünelsi bir koridordu ki; helede çiçek dönemi o esansı kokular, senkronize yüzen balıklar, her çalıda kelebek kareografisi, kuş cıvıltılsı, arı vızıltısı, börtü-böcek melodisi, su şırıltısı, rüzgar resitalleri ve saymakla bitmez gizemi, görseli, görkemi kim anlatabilir ki ben anlatayım. Allahım o egzotik atmosfer, o masalsı efsun nasıl tarif edilir bilemiyorum ki… En berrak sular, en yeşil desen, masmavi gökyüzü, ballı meyveler, leziz sebzeler, zengin flora, vahşi fauna ve her türden çiçek dekoru ordaydı. Panoramik tablo kış-yaz rengarenkti. Keklik pınarın altındaki naneli sıklıktan, gobelekli çevliğe zor geçilir, Tuna’nın Haymalık’tan Müsellim’e uzayan yamaçlar ise elma, erik, ahlat, şekerpare kayısılar, taş armut ve yemşen kahılıydı. Yav o nası bi bereketti gurbanınız oluyum, nimetleri kolu-dalı taşıyamazdı. Geçiş yollarına sarkan asmalardan Kınalı Yapıncak, Kadın Parmağı, Hasan Dede ve Emir cinsi üzümler albeniyle ışılar, kıyısı-kıranı helik taşla örülü mor sümbüllü bağların içi ev gibi görülürdü. Gözde mülklerin şanslı sahipleri o kutsi estetik yetmezmiş gibi birde sağa sola allı-güllü süs bitkisi diker, entellektüel kırışkanlıkları ortama daha bi romantik cazibe katardı. Atom bombasından beter o doğa katili zirai ilaçları kimse bilmezdi. Herşey hava, doğa, sudan ibaret natürel sefa ve sadelikteydi Tasvirinde güçlük çektiğim ekosistem sanki rüya gibiydi. Aklınıza sığmaz renk beneğinde milyonlarca kelebek, kanatları polen yüklü arılar, çığlık çığlık öten kuş sürüleri, börtü-böcek sesi ve ninni gibi uğuldayan rüzgarın ritmiyle gece-gündüz dans eden tabiat, senfonik duygusu tarifsiz ilahi bir orkestraydı. Farmakologların, toksikologların arayıp bulamayacağı en endemik otlar, içi balık dolu tertemiz akarsu, kıyıları gerdanlık gibi çalı, kavak, söğüt sıklıkları tam bir dekoratif cazibeydi. Adım başı pınar, sınır başı göze, tüm vahalar taş çevrili eşmelerle doluydu. Pınar, eşme, göze, bungüldek herneyse; hepsininde akarının sulağına ya sebze karığı çevrilir, yada süs bitkisi, yonca, çayır ekilirdi. İnsan eli değmemiş ilgisiz, unutulmuş bir karış yer bulamazdınız.    Taşlıyerden, Gümüşpınar’a inen kıvrımlı yolun sonu dik bir falez, falezin ortasında İnkaya, dibindede Soğla dediğimiz derin bir su girdabı vardı. İnkaya dediğimiz taş mağara herkesin ikinci eviydi. Hakim manzarasından etrafı seyreder, azıklarımızı çıkar orda yer, balıklarımızı orda közler, yağmurdan, doludan oraya girer saklanırdık. Korunaklı tepeleri, derin kanyonu ve sulak zeminiyle Ariz’in  mikroklimatolojik bir iklimi vardı. Ülkemizde yetişmesi imkansız tek tük tropikal bitki ve deniz kuşlarına bile rastlamanız mümkündü. Fundalıkların ve kayaların araları dahil her yer Yavrağzı, Ağaç Minesi, Çiçi Oğlağı, Gül, Gelincik, Papatya, Mine, Sardunya, Petunya, Ortanca, Kasımpatı, Krizantem, Şebboy, Şebnem, Akşam Sefası, Sabah Sefası, Abelya, Açelya, Zambak, Siklamen, Şakayık, Yasemin, Begonvil ve Leylaklarla doluydu. Enfes kokularıyla insanı büyüleyen Soğla, Ariz’in en egzotik, en masalsı korusuydu. Delice Irmağına kol olan Ariz (Eğriöz Çayı) köyümüzün 7 km güneyinden geçerken, işte tam bu taşlık yerde 2 metrelik sekiden şelale olup Soğla’ya düşer, sert debisiyle oluşan çukurunda ürkünç bir anafora dönüşürdü. Tüm Ariz’in en geniş ve en derin suyu burasıydı. Azametli ağaçlar, zehirli mantarlar, korkunç yırtıcılar, Puhu, Kartal, Kerkenes, Toy, Bağırtlak, Alopal, Hüthüt, Üveyik, Baykuş gibi özellikle geceleri ürkünç öten kuşlar, büyük balıklar, su tosbaası, kurbağalar, porsuk, vizon, samur, su iti, alocan, kurt, tilki, tavşan, doğan, şahin, delirce, kara yılan ve her türden anfibi canlı buralardaydı. Atol Adaları görkeminde platin kumlu mini sahilleriyle çavlaklar bile vardı. Kumsal vardı, sahil vardı, bataklık vardı, hışırlık vardı, çalılık vardı neler yoktu ki. Mitolojik efsun ve efsanelere yatkın bazı hayalperest tipler, bu mevkilerin masalsı gecelerini öyle destansı efsun ve öyle gizemli korku yükleyip anlatırlardı ki, akılalmaz canavarlar, konuşan yılanlar, kılıktan kılığa giren congulus, cinler, periler, katiller, eşkıyalar, hortlaklar ortalıkta dolaşıyor der ürpertirlerdi. Hatta kalbimizi temiz tutup, bazı duaları da bilmemiz halinde dile gelen mübarek hayvanlar, koruyucu melekler ve nur yüzlü piri faniler belirip, ibadet ehillerine yardım ediyor derler, bu uyduruk anlatılarıyla mekanın egzotik gizemini ve adrenalinimizi yüze katlarlardı.  Soğla’ya ancak en iyi yüzen çılgın babayiğitler girer, kimseyide o girdaba yaklaştırmazlardı. Biz kıyı-kenar çalıların, çevliklerin arasından, güneşe karşı karınlarını ışılata ışılata yüzen kaya kefallerini izler, can atarak ütopit yakalama hayalleriyle iç geçirirdik.    Ariz’in sığ yukalarına kıstırılan sazan ve kefaller, geniş pantullarla ayaklar birbirine değecek şekilde oturulup, bacaklar arasında oluşan havuza hapsedilip tutulur, tutulan balıklar kıyıda takip eden toplayıcıya kotelenir, o da söğüt şıvgınından bir çatala dizip taşırdı. Kilometrelerce yürünülen su boyundaki hertaşın arası, tüm hışırlı kökler, milekli hortumlar her geçişte tek tek karıştırılır, balık aranırdı. Nerde olursa olsun bulandırılan suda büyük olsun küçük olsun bir balık ele değdiğinde o desibeli yüksek bağırışlar, panik naralar, o emsalsiz adrenalin, o kontrolsüz sevinci, o çılgın yaygaraları kim anlatabilmişki ben anlatayım. Mesela parmak kadar bir balık birinin eline değiyor; “Anam kolen oluyum, o ne lân, yarnaça gibi” diye bir yaygara, herkes anında orda… Sanki Balina.. Allahım evrende, kozmozda, kainatta ondan büyük bir neşe, odan gerçek mutluluk, ondan üstün bir keyif, bir his, bir zevk yada huzur varmıdır ki acaba… Olabileceğine zaten hiçbir Alcılı inanmaz. Sarıbayırın verepteki Eşrefin Değirmen’den, Kodallı Köyü’nün altındaki Cemelli bostanlarına kadar uçar adım koşarcasına bas bas bağırarak balık tutardık. Sondurak Cemelli bostanlarına geldiğimizde tusa tusa kenardan dalar, aşırdığımız şemşâmer kellelerini, misirleri, hıyarları, kavun, kelek, gırmızı, suvan, biber ne yolduysak Ariz’e koteler, Dipicinin ağmece kadar deli deli kaçardık. Yaklaşık yarım saat bekledikten sonra çaldığımız nevaleler Ariz’in akıntısında çok az bir fireyle elimize ulaşırdı.   Eee şimdi noreciik.. Helbetteki İnkaya’ya çıkıp, 3-5 kucak kuru bağ çitilgisi yakıp, korunda balık közleyecek, isli çaydanlıkla çay demleyip, aşırdığımız öteberileri ekmâamizinen yiyeciik tabiiki. Hava garanmıya doğruda şemşâmer çitliyerek, kelek yiyerek, “Kız Almaca”, “Diynek Doöşü” oynıyarak  köyün yoluna düşeciik… Varsın Dünyadaki en zenginler Havai’de, Maui’de, Karaiblerde, Provence-Coted’Azur’de, Capd’Antibes’te, Maldivlerin Cocoa’sında, Meuru’da, Cayman Adalarında, Jurassic Coast’ta nerde tatil yaparlarsa yapsınlar. Varsın yedi yıldızlı otellerin okyanus koylarına uzatılmış kristal masalarda mavi yengeç, Matsutake mantarı, beyaz incili albino havyarı, Ayam Cemani siyah tavuk, Japon Wagyu biftekleri, kuru kürlü İber jambonu, geyik peyniri ne yesinler, noörürlerse görsünler heçbiri gerçek zevkin, şölenin, muhabbetin en zirvesi şöyle bir sufraya ne bağdaş kurabilirler, ne dat bulabilirler. Varsın en pahalı viskileri, Dom Pérignon Vintage Şampanyaları, en bulunmaz Hine Antique Cognac içkisi, ya da Kopi luwak kahveleri içsinler. Şöyle isli bir çaydanlığın sırlı lezzetini, demli muhabbetini tadabilirlermi.   Yav hiçbir kul, hiçbir adem, hiçbir han, hiçbir hakan, kağan, sultan, kral, padişah bizim kadar zengin, bizim kadar mutlu, bizim kadar şanslı ve özel kullar olamazdı. Özgürlük nimetinin tadını hiçbir kuş, hiçbir balık, hiçbir canlı bizim kadar asla yaşayamazdı. Zaten Cenab-ı Allah Ariz’in burda olduğunu bizden başka kimseye göstermiyordu ki. Gurbannar olduğumun en özel kulları, en zengin mutluları ve en keyifli tatilcileri bu alemde sadece bizdik.               O zamanlar alayıcıımızında tek imrendiği zengin sadece Anşe Bibiydi. Anşe Bibi gişisi Çanakkale’de şehit düşünce genç yaşında dul kalmış, ömrünü çocuklarıyla işine adamış, doğayı, hayvanları yüreğinden seven ibadet dirisi, nur yüzlü zararsız bir melekti. Soğla’ya sahil hakim tepede etrafı sur gibi dikenli gül ve iğdelerden çevrili, içini-dışını masalsı güzelliklerle süslediği zümrüt bir bostanı vardı. Estetik ruhu ve titiz emekleriyle heryerini nakış nakış işlediği bu bostanın adını köydekiler İrem Bahçesi koymuştu.               Gocelilerin Kehdeki Garacaağaçların dibindeki böyük eşmeye de Gümüş Pınar denirdi ama, Gişisi ve oğlu Gıpılı Emminin yaptığı derin oluklu asıl Gümüş Pınar bu efsane bostanın tam ortasındaydı. Lülesinin şırıltısı, oluğunda yüzen şibilerin vak vakları, tavuklarının gıdaklaması, köpek ürmesi, güvercin ötüşleri ve arı uğultuları tâa Soğla’dan duyulunca meraktan aklımız gider, ama ne o pınarı, ne o bostanı biyazlı-gırmızılı güller, iğdeler ve korunaklı çalılarından birtürlü göremezdik. Yaz boyunca durduğu Damlı Kelik, korunaklı pinesi, tavuğu, cücüğü, bodusu, şibisi, culuğu, atı, eşşeği, halı-kilim serili haymalığı, Berdi yastık dizili sediri, gabı-gacağı, çoğu eşyası ordaymış. Köyde herkes goca tarlayı köşk gibi döşemiş, yağ döksen yalanıyo, hergün evinden daha temiz silip-süpürüyo diyolardı. Helede; “Orda gözer gibi şemşamerler, lôo gibi bosdanlar, gafa gibi gırmızılar, pampıh gibi gôo pahla, goşam goşam madenis, hoter gibi suvanlar, tohaç gadar pürçüklüler, sumsa gatlek gaysi, helke gibi armut, eşgi elma, guş elması, gavurma erikleri, gül üzümü alayıcııda bi ayrıhsı gardaşım.” Dediklerinde giremesek bile öyle etrafında dolanıyorduk. Bu cezbedici laflar yüzünden herkes bigi bende oraya bi dalmak, öteberi çalmak, çırpmak için can atardım. Kıyısından köşeşinden bi tumma operasyonuna yeltensek, sur gibi dikenli iğdeler şevkimizi kırıyordu. Dahası “Longur itleri varki adamı buğar, hadi onlardan kurtuldun, Hızır Aleyhisselam bekliyomuş, niyetini bozanı depesinin üsdüne yere çahıyo” deyip korkutuyorlardı.               Benim gibi böyükbaş mallarını güdene “Mal Uşâa”, atlarını güdene de “At Uşâa” derlerdi. Mal gütmek bek zorudu gardaşım. Gün depiye gelinci danayı, düveyi buğalek dutar, apırcın olup cinneninci ekin-bostan, tarla-tapan demeden tam-tırıs kaçar, zapdedemediğinizde de hemi mülk saablarından, hemide kır bekçilerinden biton zopa yerdiniz. At Uşâa öyle değildi işte. En güzel otlu yerlere, zümrüt gibi korulara zikkesiyle örkleyip, ahşama gatlek oyun oynuyolardı. Refah düzeyleri Holiwood starlarında yoktu. İtibarlarına bek imrenir, gendimizi yanlarında hep ezik hissederdik. Onların üsdü-başı hemi temiz, hemi yamalıhsızdı. Hemi bekçilerin, hemi mülk saablarının hemize köydekilerin içinde hatırları tavatır, sosyaliteleri bek sosyetikti. Onlar bizinen muhatap olmaz, mal uşâanı hem küçümser, hemde tepeden bakarlardı. Bizden guccük  At Uşahları bile bizi azarlarlardı. Utangaçca semeleştiğimizden dikelemezdik bile.. Aradan 50 yıl geçmesine rağmen, şimdi bile düğün-bayram herhangi bir ortamda eski bir at uşâana ıraslasam toparlanırım, hâlâ çekinerek  istem dışı bir utangaçlık, saygı ve hörmet amadeliğine bürünürüm.   Bir öğlen Çetenin Sıhlıhda azıklarımızı açmadan, mal uşâanın liderler konseyi bizi topladı, etraftaki bağ ve bosdanlardan meyve-sebze, üzüm, bosdan çalmak için hırsız grupları oluşturdu. Kimi Dediklilerin bağlara üzüme, kimi Yudan’ın altına şemşamere, kimi Havuz’un Dağermenin eleğinden balık yörütmiye, kimi malı beralmaya kimide şufra kurmaya görevlendirildiler. Ben biraz küçüktüm ama Anşe Bibinin bostana yeşil soğan, domates, biber, hıyar, mısır, madenis çalmakla görevli cevval kabineye atadılar. Hatta dutabilirseniz 2 denede şibi çalın getirin dediler. Erkeksen hadi gitme. Hafif itirazında bile biton zopa yen, hemide Mal Uşâandan dışlanın. Tüm gruplar hızla görev mahalline operasyona çıktı. Bizim Grubun Lideri Oorsek Şemşinin Piç Osman’dı. Yardımcıları Gure Döndünün Satılmış’ınan Galleş Lifadın Guddusüydü. Gotleş Şavgının Üsüyün Anşe Bibi’Wnin Bosdana girecek yeri biliyomuş. En önde o gidiyodu. Yürâam gurp gurp atıyo, korkak ve ürkek adımlarla en arkadan geliyordum. Çolâtemin İsmayilin Eci’nin dikmelerin arasından, Hosurlarfın Boza doğru edirafda çoban, çeltek, çona varmı diyi eyi bi kişifledik. İngaya’nın ardı, Aleddinin boz, Kôr Şekirin yamaçdan tusa tuşa Anşe Bibinin bosdana vardıh. Biyaz güllerin dibindeki tilki şarı gibi bir tünelin ağzındaydık. Gümüş pınarın şırıltısını netçe duyacak kadar yaklaştık. İğde köklerinin dibinde İlk defa gördüğüm zula kalmış bir oyuktan sürünerek bosdana girdik. Gırmızı, biyaz, sarı, pempe renklerde yağ güllerinin arasında bi müddet soluhlandıh. Yanımız, boörümüz goca goca çiçek açmış gabahlarınan doluydu. Guş ditmesin diyi kelleri bürük, laylun ve melefelerinen dolalı şemşamerlerin arasından çam ağacı heybetindeki kohulu kendirlerin dibine tusup edırafı kişifledik. Kendirin dibindeki tefeklerin arasında 6 dene şibi yımırtası, az ilerisindede bidene tavıh gurk yatıyodu. Efsane Gümüş Pınar tam yamacımızdaydı. Kâbe’yi görmüş gibi heyecanlandım. Oluğunun gıyısı-gıranı ev gibi süpürülmüş, önündeki düzlüğe geyik motifli bir kilim seriliydi. Hemen bitişiğinde Berdi yasdıh düzülü tahta sedirde yorgan-döşşek Anşe Bibi uyuyo, depesi hışırdım gibi gaysi kahılı ağaca çatıh, muşamba korunaklı tahta bir rafta da 3-5 zehen, pahır taslar, irili ufaklı ilâançe, laylun meşirefler, çömçe, guşşene ve sitil diziliydi. Tam yanında ağzı melefeli, guma depesi aşşaa komülü çokelik çanakları vardı. Geberik gibi yatan tüyü bozuh ala bi it, yanında çilçapar bi kedi goyun goyunaydı. Yazının-yabanın ortasında tek başına goca bi avlu, tam tekmil bi ev... Tarifsiz aksiyonu, egzotik dokusu masalsı manzarası, otantik dokusu, heyecan ve adrenalin atmosferi görkeminde sabit.... Yağ güllerinin arasındaki süpürülmüş düzlükte 3 tehliz çuvalınan, 2 galeyli helke, bekmez teşti, küpeli gazan, camız eriklerine asılı 2 gozer, 1 halbır ve içinde ne varısa bidene cehiz sandığı duruyodu. Fişnelerin dibindeki binek daşının boöründe eşşeğin semeri, geçgere, sıyırgı, dirgen, galıç ve anadutlar duruyo, ikisi çil, biri biyaz, 6’sı garışıh ışılahda 9 dene şibi güne yamaç yatmış yaarnlarını gaşıyodu. Önünde yeni yolunmuş bi gucah ot atılı eşşeğin gurbesinde 9-10 cücüğyünen bi gürk teşiniyo, altı-üstü dut kahılı ağaçta yüzlerce sığırcık yavrularıyla çığlık atıyordu. Altın sarısı kayısılar, daş armutlar, kurtlu elmalar ve gavurma erikleri bi kısmı yerde, bir kısmıda pınarın kupeştesinde dilinmiş kurumaya serili, tandırın yanında da iki çarpıma yahın ekmek, evraaç, dokkü ve sac duruyodu. Pınarın acik gerisindeki gufalıhta gurbaaların sesiynen yarış eden bi gağnı böcük ötüşü daha vardı ki, bizim ordaki gürültümüzü duymah mümkün değildi. Yeni sulanmış karıkların kelilerinden yeşilli-biyazlı hıyarlar görünüyo, suvan pürleri, biberler, pahlalar, madenis, soğukluk, gırmızı, kumpür, misir, gabah dipdiri ve pasparlaktı. İğde-gül karışımı kokularının birbiriyle yarıştığı bu rengarenk yeşil vaha hakikaten Cennetmiydi ki. Hırsızlık niyetiyle girmemize rağmen o tertemiz yaş karıklara basıp, sebzeleri yolmaya hiçbirimiz kıyamadık. Varlığımız, nefesimiz, ayak izlerimiz bile o kutsi mekana o kadar tezattı ki, işlediğimiz kirli günahı hepimiz damarlarımızda hissediyorduk. Heç birimiz gormedik ama iplikli pahlaların dibinde zaar bi it daha yatıyomuş. Birden hışırtıya irkildi ve ürmeye başladı. Biz panikleyip kaçışırken, o ara Anşe Bibi de uyandı. Sık iğdelerin dibindeki oyuğun önünde, panikle çıkıp kaçmaya zorlanırken, yığıldığımız kaos izdiham esnasında elinde gom bi toyahaynan biranda depemize bitti. Çenedimiz, ganedimiz artık eline geçmiş, alayıcıımızıda kedi gibi peykiye gıstırmıştı. Ben ağladım. Herkes yalvarıyodu. “Gurbanım Anşe Bibi, kölen oluyum, Vallaha bidaha gelmiyeciik, n’oldu guver gidek” diyi siniliyoduh. Hnele o geberik bi yatan kotü it n’olduysa bianda sanki aslan kesilmişti. Bi kişkilese bizi orda yiyecek. Eşşek anırıyor, itler ılgıyarah ürüyo, Anşe Bibi elinde goca bi dalgara depemizde; n’oreciik Yarabbi… Hiç birimize vurmadı, dövmedi, sövmedi. “Bi daha gelecaaniz mi, sizi itin önüne atıyımmı” didi. Gul olduh, gurban olduh, kölesi olduh, yavım yavım yalvardıh. İpdi alayıcıımızıda şefkatle sakinleştirdi. “Gelin bahıyım bennen.” dedi. Bize torbalar dolusu kayısı, domates, biber, mısır, soğan, armut, hıyar, goşam goşam madenis, marul, soohluh ne verdi. “Gurban olduhlarım buralara heçbi zarar vermeyin, ne canınız istiyosa gelin benden isteyin, yeterki garığı gatığı depelemeyin bek günaf, ağzınız aalir, gatıran gazanlarında gaynar, yılanlara çiyanlara yem olursunuz.” Dedi.Firekli gapıyı açdı bizi ordan guverdi.             Mal uşâanı çimdirecek gadar öteberi getirdik. Hıyarlar, madenisler, gırmızılar, gaysiler neler yohdu ki.. Mal Uşâanın baş baronları Dişikitlinin Piç Davut, Cinni Satının Lomen ve Feşli Haccanın Yaab alayıcıımızda aferim dediler. Aklım o güllerde, o hıyarlarda, o gaysilerde, armıtlarda, fişnelerde galdıydı amma Anşe Bibinin bostana bidaha giremedik. O dutların altındaki tertemiz arklardan ışıl ışıl akan berrak su, gôo boncuk takılı lülesi, tam çimmelik beton oluğu, geniş küpeştesi ve çiçek resimli döşüyle o Efsane Gümüş Pınar neyidi Yarabbi. Dipdiri senkronize kanat çırpan rengarenk şibiler, kendirin dibindeki ıpısıcah yımırtaları, kireç badanalı pineslik, aş bişirdiği daş ocak, isli gazanlar, güzel güzel tavıhlar, cücükler, meyvalar, kendirler, güller, şemşamerler, zepzeler heç ahlımdan çıhmadı. O günden beri nerde bi Cennet sözü duysam Anşe Bibinin bostan aklıma gelir. Nerde bir melek, nerde bir evliya, ne zaman Hızır, ne zaman huzur, ne zaman nur, ne zaman hür, ne zaman bereket falan deseler yine Anşe Bibinin nurlu yüzü, özgür yaşamı, kutsi emeği ve huzur kokulu doğal bahçesi aklıma gelir.             Mutlulukla dolu bir Fabl hikayesine benzer bu çocukluk anılarımı oğlum İhsan’a yerinde anlatırken, şaşkınca “Yani burasımıydı Baba o anlattığın yerler.” Dedi. Maalesef ki o sorunun cevabı evetti. Sadece yıkık oluk duvarları, yamuk lüle akar arklarının  oyukları belliydi. Bağ ve iğde kökleri, ara yerlerde yapı örenleri ve bosdanın sınır emareleri belliydi. Hiçbir ağacın, hiçbir iğdenin, gülün, yeşilin, eşmenin, pınarın, otun, suyun kalmadığı boz bi çöl. Aşağıda gıyısı-gıranı bile ağaçsız bir başka su çölü olan kirinden gôm gôo guvermiş Gelingüllü Barajı... Oğlum bir benim anlattıklarıma, birde mevcut ortama bakıyor şaşıyordu. Kim inanır 30 yılda harikadan harabeye.. Sanki mekan Dünya savaşı yıllarındaki Hiroşima yada Nagazaki..             Hintli mistik guru ve spiritüel Chandra Mohan Jain Osho diyor ki; "İyi insanlar cennete gider, değil! İyi insanlar nereye giderse cennet orası olur." O zamanlar Beşpınar’da, Evçikkaya’da, Balıklı’da, Ariz’de, Guvalı’da, Kurucaöz’de, Emirhan’da, Dedik’te, Yudan’da, Garga’da, Tekke’de, Paşaköy’de, Yazılıtaş’da heryer Anşe Bibi gibi iyi insanlarla doluydu. Doğaya aşık, elleri bereketli, gönülleri cömert, yürekleri pırlanta bu güzel insanlar güzel atlara binip gittiler. Cenab-ı Allah o engin gönüllü, Hz.Rabia ruhlu, yüreği merhamet ve sevgi dolu, o nur yüzlü Anşe Bibi’yi Gümüş Pınarından daha güzel Cennetinde mekan sahibi yaparak sonsuz huzuruna kavuştursun. Ve Yüce Allahım Evrenin her yerindeki kullarına Anşe Bibideki gibi doğa, hayvan, bitki, insan ve ağaç sevgisi aşılayıp Dünyamızı tekrar güzelliklerle donatsın.  
Ekleme Tarihi: 20 Mayıs 2025 -Salı

Anşe Bibinin Şibiler

            70’li yıllarda Eğriöz Amazon deltasını andırır ihtişamda heybetli ağaçlar ve gür yeşilliklerle kaplıydı. Acıpınar’ı Kanak Çayına bağlayan patika yolun ortasında berrak dere, iki tarafı da iğde, güvem, kuşburnu, gül, vişne, cehri, böğürtlen ve akasya formasyonundan sarmal tünelsi bir koridordu ki; helede çiçek dönemi o esansı kokular, senkronize yüzen balıklar, her çalıda kelebek kareografisi, kuş cıvıltılsı, arı vızıltısı, börtü-böcek melodisi, su şırıltısı, rüzgar resitalleri ve saymakla bitmez gizemi, görseli, görkemi kim anlatabilir ki ben anlatayım. Allahım o egzotik atmosfer, o masalsı efsun nasıl tarif edilir bilemiyorum ki…

En berrak sular, en yeşil desen, masmavi gökyüzü, ballı meyveler, leziz sebzeler, zengin flora, vahşi fauna ve her türden çiçek dekoru ordaydı. Panoramik tablo kış-yaz rengarenkti. Keklik pınarın altındaki naneli sıklıktan, gobelekli çevliğe zor geçilir, Tuna’nın Haymalık’tan Müsellim’e uzayan yamaçlar ise elma, erik, ahlat, şekerpare kayısılar, taş armut ve yemşen kahılıydı. Yav o nası bi bereketti gurbanınız oluyum, nimetleri kolu-dalı taşıyamazdı. Geçiş yollarına sarkan asmalardan Kınalı Yapıncak, Kadın Parmağı, Hasan Dede ve Emir cinsi üzümler albeniyle ışılar, kıyısı-kıranı helik taşla örülü mor sümbüllü bağların içi ev gibi görülürdü. Gözde mülklerin şanslı sahipleri o kutsi estetik yetmezmiş gibi birde sağa sola allı-güllü süs bitkisi diker, entellektüel kırışkanlıkları ortama daha bi romantik cazibe katardı.

Atom bombasından beter o doğa katili zirai ilaçları kimse bilmezdi. Herşey hava, doğa, sudan ibaret natürel sefa ve sadelikteydi Tasvirinde güçlük çektiğim ekosistem sanki rüya gibiydi. Aklınıza sığmaz renk beneğinde milyonlarca kelebek, kanatları polen yüklü arılar, çığlık çığlık öten kuş sürüleri, börtü-böcek sesi ve ninni gibi uğuldayan rüzgarın ritmiyle gece-gündüz dans eden tabiat, senfonik duygusu tarifsiz ilahi bir orkestraydı. Farmakologların, toksikologların arayıp bulamayacağı en endemik otlar, içi balık dolu tertemiz akarsu, kıyıları gerdanlık gibi çalı, kavak, söğüt sıklıkları tam bir dekoratif cazibeydi. Adım başı pınar, sınır başı göze, tüm vahalar taş çevrili eşmelerle doluydu. Pınar, eşme, göze, bungüldek herneyse; hepsininde akarının sulağına ya sebze karığı çevrilir, yada süs bitkisi, yonca, çayır ekilirdi. İnsan eli değmemiş ilgisiz, unutulmuş bir karış yer bulamazdınız.   

Taşlıyerden, Gümüşpınar’a inen kıvrımlı yolun sonu dik bir falez, falezin ortasında İnkaya, dibindede Soğla dediğimiz derin bir su girdabı vardı. İnkaya dediğimiz taş mağara herkesin ikinci eviydi. Hakim manzarasından etrafı seyreder, azıklarımızı çıkar orda yer, balıklarımızı orda közler, yağmurdan, doludan oraya girer saklanırdık. Korunaklı tepeleri, derin kanyonu ve sulak zeminiyle Ariz’in  mikroklimatolojik bir iklimi vardı. Ülkemizde yetişmesi imkansız tek tük tropikal bitki ve deniz kuşlarına bile rastlamanız mümkündü. Fundalıkların ve kayaların araları dahil her yer Yavrağzı, Ağaç Minesi, Çiçi Oğlağı, Gül, Gelincik, Papatya, Mine, Sardunya, Petunya, Ortanca, Kasımpatı, Krizantem, Şebboy, Şebnem, Akşam Sefası, Sabah Sefası, Abelya, Açelya, Zambak, Siklamen, Şakayık, Yasemin, Begonvil ve Leylaklarla doluydu. Enfes kokularıyla insanı büyüleyen Soğla, Ariz’in en egzotik, en masalsı korusuydu.

Delice Irmağına kol olan Ariz (Eğriöz Çayı) köyümüzün 7 km güneyinden geçerken, işte tam bu taşlık yerde 2 metrelik sekiden şelale olup Soğla’ya düşer, sert debisiyle oluşan çukurunda ürkünç bir anafora dönüşürdü. Tüm Ariz’in en geniş ve en derin suyu burasıydı. Azametli ağaçlar, zehirli mantarlar, korkunç yırtıcılar, Puhu, Kartal, Kerkenes, Toy, Bağırtlak, Alopal, Hüthüt, Üveyik, Baykuş gibi özellikle geceleri ürkünç öten kuşlar, büyük balıklar, su tosbaası, kurbağalar, porsuk, vizon, samur, su iti, alocan, kurt, tilki, tavşan, doğan, şahin, delirce, kara yılan ve her türden anfibi canlı buralardaydı. Atol Adaları görkeminde platin kumlu mini sahilleriyle çavlaklar bile vardı. Kumsal vardı, sahil vardı, bataklık vardı, hışırlık vardı, çalılık vardı neler yoktu ki. Mitolojik efsun ve efsanelere yatkın bazı hayalperest tipler, bu mevkilerin masalsı gecelerini öyle destansı efsun ve öyle gizemli korku yükleyip anlatırlardı ki, akılalmaz canavarlar, konuşan yılanlar, kılıktan kılığa giren congulus, cinler, periler, katiller, eşkıyalar, hortlaklar ortalıkta dolaşıyor der ürpertirlerdi. Hatta kalbimizi temiz tutup, bazı duaları da bilmemiz halinde dile gelen mübarek hayvanlar, koruyucu melekler ve nur yüzlü piri faniler belirip, ibadet ehillerine yardım ediyor derler, bu uyduruk anlatılarıyla mekanın egzotik gizemini ve adrenalinimizi yüze katlarlardı. 

Soğla’ya ancak en iyi yüzen çılgın babayiğitler girer, kimseyide o girdaba yaklaştırmazlardı. Biz kıyı-kenar çalıların, çevliklerin arasından, güneşe karşı karınlarını ışılata ışılata yüzen kaya kefallerini izler, can atarak ütopit yakalama hayalleriyle iç geçirirdik.   

Ariz’in sığ yukalarına kıstırılan sazan ve kefaller, geniş pantullarla ayaklar birbirine değecek şekilde oturulup, bacaklar arasında oluşan havuza hapsedilip tutulur, tutulan balıklar kıyıda takip eden toplayıcıya kotelenir, o da söğüt şıvgınından bir çatala dizip taşırdı. Kilometrelerce yürünülen su boyundaki hertaşın arası, tüm hışırlı kökler, milekli hortumlar her geçişte tek tek karıştırılır, balık aranırdı. Nerde olursa olsun bulandırılan suda büyük olsun küçük olsun bir balık ele değdiğinde o desibeli yüksek bağırışlar, panik naralar, o emsalsiz adrenalin, o kontrolsüz sevinci, o çılgın yaygaraları kim anlatabilmişki ben anlatayım. Mesela parmak kadar bir balık birinin eline değiyor; “Anam kolen oluyum, o ne lân, yarnaça gibi” diye bir yaygara, herkes anında orda… Sanki Balina.. Allahım evrende, kozmozda, kainatta ondan büyük bir neşe, odan gerçek mutluluk, ondan üstün bir keyif, bir his, bir zevk yada huzur varmıdır ki acaba… Olabileceğine zaten hiçbir Alcılı inanmaz.

Sarıbayırın verepteki Eşrefin Değirmen’den, Kodallı Köyü’nün altındaki Cemelli bostanlarına kadar uçar adım koşarcasına bas bas bağırarak balık tutardık. Sondurak Cemelli bostanlarına geldiğimizde tusa tusa kenardan dalar, aşırdığımız şemşâmer kellelerini, misirleri, hıyarları, kavun, kelek, gırmızı, suvan, biber ne yolduysak Ariz’e koteler, Dipicinin ağmece kadar deli deli kaçardık. Yaklaşık yarım saat bekledikten sonra çaldığımız nevaleler Ariz’in akıntısında çok az bir fireyle elimize ulaşırdı.  

Eee şimdi noreciik.. Helbetteki İnkaya’ya çıkıp, 3-5 kucak kuru bağ çitilgisi yakıp, korunda balık közleyecek, isli çaydanlıkla çay demleyip, aşırdığımız öteberileri ekmâamizinen yiyeciik tabiiki. Hava garanmıya doğruda şemşâmer çitliyerek, kelek yiyerek, “Kız Almaca”, “Diynek Doöşü” oynıyarak  köyün yoluna düşeciik… Varsın Dünyadaki en zenginler Havai’de, Maui’de, Karaiblerde, Provence-Coted’Azur’de, Capd’Antibes’te, Maldivlerin Cocoa’sında, Meuru’da, Cayman Adalarında, Jurassic Coast’ta nerde tatil yaparlarsa yapsınlar. Varsın yedi yıldızlı otellerin okyanus koylarına uzatılmış kristal masalarda mavi yengeç, Matsutake mantarı, beyaz incili albino havyarı, Ayam Cemani siyah tavuk, Japon Wagyu biftekleri, kuru kürlü İber jambonu, geyik peyniri ne yesinler, noörürlerse görsünler heçbiri gerçek zevkin, şölenin, muhabbetin en zirvesi şöyle bir sufraya ne bağdaş kurabilirler, ne dat bulabilirler. Varsın en pahalı viskileri, Dom Pérignon Vintage Şampanyaları, en bulunmaz Hine Antique Cognac içkisi, ya da Kopi luwak kahveleri içsinler. Şöyle isli bir çaydanlığın sırlı lezzetini, demli muhabbetini tadabilirlermi.  

Yav hiçbir kul, hiçbir adem, hiçbir han, hiçbir hakan, kağan, sultan, kral, padişah bizim kadar zengin, bizim kadar mutlu, bizim kadar şanslı ve özel kullar olamazdı. Özgürlük nimetinin tadını hiçbir kuş, hiçbir balık, hiçbir canlı bizim kadar asla yaşayamazdı. Zaten Cenab-ı Allah Ariz’in burda olduğunu bizden başka kimseye göstermiyordu ki. Gurbannar olduğumun en özel kulları, en zengin mutluları ve en keyifli tatilcileri bu alemde sadece bizdik.  

            O zamanlar alayıcıımızında tek imrendiği zengin sadece Anşe Bibiydi. Anşe Bibi gişisi Çanakkale’de şehit düşünce genç yaşında dul kalmış, ömrünü çocuklarıyla işine adamış, doğayı, hayvanları yüreğinden seven ibadet dirisi, nur yüzlü zararsız bir melekti. Soğla’ya sahil hakim tepede etrafı sur gibi dikenli gül ve iğdelerden çevrili, içini-dışını masalsı güzelliklerle süslediği zümrüt bir bostanı vardı. Estetik ruhu ve titiz emekleriyle heryerini nakış nakış işlediği bu bostanın adını köydekiler İrem Bahçesi koymuştu.  

            Gocelilerin Kehdeki Garacaağaçların dibindeki böyük eşmeye de Gümüş Pınar denirdi ama, Gişisi ve oğlu Gıpılı Emminin yaptığı derin oluklu asıl Gümüş Pınar bu efsane bostanın tam ortasındaydı. Lülesinin şırıltısı, oluğunda yüzen şibilerin vak vakları, tavuklarının gıdaklaması, köpek ürmesi, güvercin ötüşleri ve arı uğultuları tâa Soğla’dan duyulunca meraktan aklımız gider, ama ne o pınarı, ne o bostanı biyazlı-gırmızılı güller, iğdeler ve korunaklı çalılarından birtürlü göremezdik.

Yaz boyunca durduğu Damlı Kelik, korunaklı pinesi, tavuğu, cücüğü, bodusu, şibisi, culuğu, atı, eşşeği, halı-kilim serili haymalığı, Berdi yastık dizili sediri, gabı-gacağı, çoğu eşyası ordaymış. Köyde herkes goca tarlayı köşk gibi döşemiş, yağ döksen yalanıyo, hergün evinden daha temiz silip-süpürüyo diyolardı.

Helede; “Orda gözer gibi şemşamerler, lôo gibi bosdanlar, gafa gibi gırmızılar, pampıh gibi gôo pahla, goşam goşam madenis, hoter gibi suvanlar, tohaç gadar pürçüklüler, sumsa gatlek gaysi, helke gibi armut, eşgi elma, guş elması, gavurma erikleri, gül üzümü alayıcııda bi ayrıhsı gardaşım.” Dediklerinde giremesek bile öyle etrafında dolanıyorduk. Bu cezbedici laflar yüzünden herkes bigi bende oraya bi dalmak, öteberi çalmak, çırpmak için can atardım. Kıyısından köşeşinden bi tumma operasyonuna yeltensek, sur gibi dikenli iğdeler şevkimizi kırıyordu. Dahası “Longur itleri varki adamı buğar, hadi onlardan kurtuldun, Hızır Aleyhisselam bekliyomuş, niyetini bozanı depesinin üsdüne yere çahıyo” deyip korkutuyorlardı.  

            Benim gibi böyükbaş mallarını güdene “Mal Uşâa”, atlarını güdene de “At Uşâa” derlerdi. Mal gütmek bek zorudu gardaşım. Gün depiye gelinci danayı, düveyi buğalek dutar, apırcın olup cinneninci ekin-bostan, tarla-tapan demeden tam-tırıs kaçar, zapdedemediğinizde de hemi mülk saablarından, hemide kır bekçilerinden biton zopa yerdiniz. At Uşâa öyle değildi işte. En güzel otlu yerlere, zümrüt gibi korulara zikkesiyle örkleyip, ahşama gatlek oyun oynuyolardı. Refah düzeyleri Holiwood starlarında yoktu. İtibarlarına bek imrenir, gendimizi yanlarında hep ezik hissederdik. Onların üsdü-başı hemi temiz, hemi yamalıhsızdı. Hemi bekçilerin, hemi mülk saablarının hemize köydekilerin içinde hatırları tavatır, sosyaliteleri bek sosyetikti. Onlar bizinen muhatap olmaz, mal uşâanı hem küçümser, hemde tepeden bakarlardı. Bizden guccük  At Uşahları bile bizi azarlarlardı. Utangaçca semeleştiğimizden dikelemezdik bile.. Aradan 50 yıl geçmesine rağmen, şimdi bile düğün-bayram herhangi bir ortamda eski bir at uşâana ıraslasam toparlanırım, hâlâ çekinerek  istem dışı bir utangaçlık, saygı ve hörmet amadeliğine bürünürüm.  

Bir öğlen Çetenin Sıhlıhda azıklarımızı açmadan, mal uşâanın liderler konseyi bizi topladı, etraftaki bağ ve bosdanlardan meyve-sebze, üzüm, bosdan çalmak için hırsız grupları oluşturdu. Kimi Dediklilerin bağlara üzüme, kimi Yudan’ın altına şemşamere, kimi Havuz’un Dağermenin eleğinden balık yörütmiye, kimi malı beralmaya kimide şufra kurmaya görevlendirildiler. Ben biraz küçüktüm ama Anşe Bibinin bostana yeşil soğan, domates, biber, hıyar, mısır, madenis çalmakla görevli cevval kabineye atadılar. Hatta dutabilirseniz 2 denede şibi çalın getirin dediler. Erkeksen hadi gitme. Hafif itirazında bile biton zopa yen, hemide Mal Uşâandan dışlanın.

Tüm gruplar hızla görev mahalline operasyona çıktı. Bizim Grubun Lideri Oorsek Şemşinin Piç Osman’dı. Yardımcıları Gure Döndünün Satılmış’ınan Galleş Lifadın Guddusüydü. Gotleş Şavgının Üsüyün Anşe Bibi’Wnin Bosdana girecek yeri biliyomuş. En önde o gidiyodu. Yürâam gurp gurp atıyo, korkak ve ürkek adımlarla en arkadan geliyordum. Çolâtemin İsmayilin Eci’nin dikmelerin arasından, Hosurlarfın Boza doğru edirafda çoban, çeltek, çona varmı diyi eyi bi kişifledik. İngaya’nın ardı, Aleddinin boz, Kôr Şekirin yamaçdan tusa tuşa Anşe Bibinin bosdana vardıh. Biyaz güllerin dibindeki tilki şarı gibi bir tünelin ağzındaydık. Gümüş pınarın şırıltısını netçe duyacak kadar yaklaştık.

İğde köklerinin dibinde İlk defa gördüğüm zula kalmış bir oyuktan sürünerek bosdana girdik. Gırmızı, biyaz, sarı, pempe renklerde yağ güllerinin arasında bi müddet soluhlandıh. Yanımız, boörümüz goca goca çiçek açmış gabahlarınan doluydu. Guş ditmesin diyi kelleri bürük, laylun ve melefelerinen dolalı şemşamerlerin arasından çam ağacı heybetindeki kohulu kendirlerin dibine tusup edırafı kişifledik. Kendirin dibindeki tefeklerin arasında 6 dene şibi yımırtası, az ilerisindede bidene tavıh gurk yatıyodu. Efsane Gümüş Pınar tam yamacımızdaydı. Kâbe’yi görmüş gibi heyecanlandım. Oluğunun gıyısı-gıranı ev gibi süpürülmüş, önündeki düzlüğe geyik motifli bir kilim seriliydi. Hemen bitişiğinde Berdi yasdıh düzülü tahta sedirde yorgan-döşşek Anşe Bibi uyuyo, depesi hışırdım gibi gaysi kahılı ağaca çatıh, muşamba korunaklı tahta bir rafta da 3-5 zehen, pahır taslar, irili ufaklı ilâançe, laylun meşirefler, çömçe, guşşene ve sitil diziliydi. Tam yanında ağzı melefeli, guma depesi aşşaa komülü çokelik çanakları vardı. Geberik gibi yatan tüyü bozuh ala bi it, yanında çilçapar bi kedi goyun goyunaydı.

Yazının-yabanın ortasında tek başına goca bi avlu, tam tekmil bi ev... Tarifsiz aksiyonu, egzotik dokusu masalsı manzarası, otantik dokusu, heyecan ve adrenalin atmosferi görkeminde sabit.... Yağ güllerinin arasındaki süpürülmüş düzlükte 3 tehliz çuvalınan, 2 galeyli helke, bekmez teşti, küpeli gazan, camız eriklerine asılı 2 gozer, 1 halbır ve içinde ne varısa bidene cehiz sandığı duruyodu. Fişnelerin dibindeki binek daşının boöründe eşşeğin semeri, geçgere, sıyırgı, dirgen, galıç ve anadutlar duruyo, ikisi çil, biri biyaz, 6’sı garışıh ışılahda 9 dene şibi güne yamaç yatmış yaarnlarını gaşıyodu. Önünde yeni yolunmuş bi gucah ot atılı eşşeğin gurbesinde 9-10 cücüğyünen bi gürk teşiniyo, altı-üstü dut kahılı ağaçta yüzlerce sığırcık yavrularıyla çığlık atıyordu.

Altın sarısı kayısılar, daş armutlar, kurtlu elmalar ve gavurma erikleri bi kısmı yerde, bir kısmıda pınarın kupeştesinde dilinmiş kurumaya serili, tandırın yanında da iki çarpıma yahın ekmek, evraaç, dokkü ve sac duruyodu. Pınarın acik gerisindeki gufalıhta gurbaaların sesiynen yarış eden bi gağnı böcük ötüşü daha vardı ki, bizim ordaki gürültümüzü duymah mümkün değildi.

Yeni sulanmış karıkların kelilerinden yeşilli-biyazlı hıyarlar görünüyo, suvan pürleri, biberler, pahlalar, madenis, soğukluk, gırmızı, kumpür, misir, gabah dipdiri ve pasparlaktı. İğde-gül karışımı kokularının birbiriyle yarıştığı bu rengarenk yeşil vaha hakikaten Cennetmiydi ki. Hırsızlık niyetiyle girmemize rağmen o tertemiz yaş karıklara basıp, sebzeleri yolmaya hiçbirimiz kıyamadık. Varlığımız, nefesimiz, ayak izlerimiz bile o kutsi mekana o kadar tezattı ki, işlediğimiz kirli günahı hepimiz damarlarımızda hissediyorduk.

Heç birimiz gormedik ama iplikli pahlaların dibinde zaar bi it daha yatıyomuş. Birden hışırtıya irkildi ve ürmeye başladı. Biz panikleyip kaçışırken, o ara Anşe Bibi de uyandı. Sık iğdelerin dibindeki oyuğun önünde, panikle çıkıp kaçmaya zorlanırken, yığıldığımız kaos izdiham esnasında elinde gom bi toyahaynan biranda depemize bitti. Çenedimiz, ganedimiz artık eline geçmiş, alayıcıımızıda kedi gibi peykiye gıstırmıştı. Ben ağladım. Herkes yalvarıyodu. “Gurbanım Anşe Bibi, kölen oluyum, Vallaha bidaha gelmiyeciik, n’oldu guver gidek” diyi siniliyoduh. Hnele o geberik bi yatan kotü it n’olduysa bianda sanki aslan kesilmişti. Bi kişkilese bizi orda yiyecek. Eşşek anırıyor, itler ılgıyarah ürüyo, Anşe Bibi elinde goca bi dalgara depemizde; n’oreciik Yarabbi…

Hiç birimize vurmadı, dövmedi, sövmedi. “Bi daha gelecaaniz mi, sizi itin önüne atıyımmı” didi. Gul olduh, gurban olduh, kölesi olduh, yavım yavım yalvardıh. İpdi alayıcıımızıda şefkatle sakinleştirdi. “Gelin bahıyım bennen.” dedi. Bize torbalar dolusu kayısı, domates, biber, mısır, soğan, armut, hıyar, goşam goşam madenis, marul, soohluh ne verdi. “Gurban olduhlarım buralara heçbi zarar vermeyin, ne canınız istiyosa gelin benden isteyin, yeterki garığı gatığı depelemeyin bek günaf, ağzınız aalir, gatıran gazanlarında gaynar, yılanlara çiyanlara yem olursunuz.” Dedi.Firekli gapıyı açdı bizi ordan guverdi.

            Mal uşâanı çimdirecek gadar öteberi getirdik. Hıyarlar, madenisler, gırmızılar, gaysiler neler yohdu ki.. Mal Uşâanın baş baronları Dişikitlinin Piç Davut, Cinni Satının Lomen ve Feşli Haccanın Yaab alayıcıımızda aferim dediler.

Aklım o güllerde, o hıyarlarda, o gaysilerde, armıtlarda, fişnelerde galdıydı amma Anşe Bibinin bostana bidaha giremedik. O dutların altındaki tertemiz arklardan ışıl ışıl akan berrak su, gôo boncuk takılı lülesi, tam çimmelik beton oluğu, geniş küpeştesi ve çiçek resimli döşüyle o Efsane Gümüş Pınar neyidi Yarabbi.

Dipdiri senkronize kanat çırpan rengarenk şibiler, kendirin dibindeki ıpısıcah yımırtaları, kireç badanalı pineslik, aş bişirdiği daş ocak, isli gazanlar, güzel güzel tavıhlar, cücükler, meyvalar, kendirler, güller, şemşamerler, zepzeler heç ahlımdan çıhmadı. O günden beri nerde bi Cennet sözü duysam Anşe Bibinin bostan aklıma gelir. Nerde bir melek, nerde bir evliya, ne zaman Hızır, ne zaman huzur, ne zaman nur, ne zaman hür, ne zaman bereket falan deseler yine Anşe Bibinin nurlu yüzü, özgür yaşamı, kutsi emeği ve huzur kokulu doğal bahçesi aklıma gelir.

            Mutlulukla dolu bir Fabl hikayesine benzer bu çocukluk anılarımı oğlum İhsan’a yerinde anlatırken, şaşkınca “Yani burasımıydı Baba o anlattığın yerler.” Dedi. Maalesef ki o sorunun cevabı evetti. Sadece yıkık oluk duvarları, yamuk lüle akar arklarının  oyukları belliydi. Bağ ve iğde kökleri, ara yerlerde yapı örenleri ve bosdanın sınır emareleri belliydi. Hiçbir ağacın, hiçbir iğdenin, gülün, yeşilin, eşmenin, pınarın, otun, suyun kalmadığı boz bi çöl. Aşağıda gıyısı-gıranı bile ağaçsız bir başka su çölü olan kirinden gôm gôo guvermiş Gelingüllü Barajı... Oğlum bir benim anlattıklarıma, birde mevcut ortama bakıyor şaşıyordu. Kim inanır 30 yılda harikadan harabeye.. Sanki mekan Dünya savaşı yıllarındaki Hiroşima yada Nagazaki..

            Hintli mistik guru ve spiritüel Chandra Mohan Jain Osho diyor ki; "İyi insanlar cennete gider, değil! İyi insanlar nereye giderse cennet orası olur." O zamanlar Beşpınar’da, Evçikkaya’da, Balıklı’da, Ariz’de, Guvalı’da, Kurucaöz’de, Emirhan’da, Dedik’te, Yudan’da, Garga’da, Tekke’de, Paşaköy’de, Yazılıtaş’da heryer Anşe Bibi gibi iyi insanlarla doluydu. Doğaya aşık, elleri bereketli, gönülleri cömert, yürekleri pırlanta bu güzel insanlar güzel atlara binip gittiler.

Cenab-ı Allah o engin gönüllü, Hz.Rabia ruhlu, yüreği merhamet ve sevgi dolu, o nur yüzlü Anşe Bibi’yi Gümüş Pınarından daha güzel Cennetinde mekan sahibi yaparak sonsuz huzuruna kavuştursun. Ve Yüce Allahım Evrenin her yerindeki kullarına Anşe Bibideki gibi doğa, hayvan, bitki, insan ve ağaç sevgisi aşılayıp Dünyamızı tekrar güzelliklerle donatsın.  

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ankhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.