1930'lu Yılların Ankara'sını Kadri Kalaycıoğlu'ndan Dinledim

Kültür-Sanat 27.03.2024 - 21:25, Güncelleme: 27.03.2024 - 21:25
 

1930'lu Yılların Ankara'sını Kadri Kalaycıoğlu'ndan Dinledim

Sema KUMRULU / Türkiye'nin ilk mimarlarından, yazar, ressam Kadri Kalaycıoğlu 1927 doğumlu ve Ankara Kale'sinde doğmuş, büyümüş.
 1930'lu yıllarının Ankara'sını Kalaycıoğlu'ndan dinledim. Çok ilginç bir söyleşi oldu. Bana anlattığı o yıllarda ki Ankara evlerini, aile yaşamını, kılık- kıyafeti, yemek ve tatlıları sizlerle paylaşmak istedim.      1930'lu yılların Ankara'sında evler ve aile yaşamı;     Ben 1927 yılında Ankara Kalesi Aslanhane Mahallesi'nde doğdum. At Pazarı denilen bölgedeydi evimiz. At Pazarı, Ankara'nın köylüye hitap eden önemli bölgesiydi.  Ankara evleri genellikle iki katlıydı. Ekonomik duruma göre üç katlı evler de vardı. Durumu iyi olan ailelerin misafirlerini ağırlamak için cihan-ı hüma dediğimiz çatı katında bir oda olurdu; evin en güzel yeriydi. Çatı katı olduğu için manzara çok güzeldi. Maalesef başka şehirlerden gelip Ankara'ya yerleşenler evleri yıkıp kendi kafalarına göre ucube binalar yaptılar. Ankara'yı dejenere ettiler. Bizim evimiz iki katlıydı. Alt kat, kış şartlarına uygun, duvarları kalın, depo ihtiyacını karşılar, ahır bulunurdu. Kümes için bir bahçeye ihtiyaç vardı. Aileler kendi tavuklarını beslerdi.  Ankaralılar bu bahçelere "Hayat" derdi.  Aile yapısının mahremiyetini sağlayan Hayat duvarları yüksek olurdu. Hayat girişinde kapılar çok süslüydü. Elektrik olmadığı için evin üst katından, çıngıraklı iple çekilerek kapı açılırdı. Kapıların üzerinde demircilerin özel yaptığı "çak çak" denilen kapı zilleri vardı. Bu çak çakları yapan sanatçılara göre ayrı sesleri vardı. Gece çak çak sesini duyunca hangi komşunun kapısının çaldığını anlardık. Çak çaklar genelde bakırdan, sarı pirinçten olurdu. Sonradan batı mimarisine göre  el şeklinde yapılmaya başlandı. Bir de çocukların uzanabileceği daha alt bölümde çak çaklar bulunurdu. Evlerde elektrik olmadığı gibi su da henüz yoktu. 1940'lı yılların sonuna kadar su çeşmelerden alınırdı. Suyu direkt Elmadağ'dan gelen özel çeşmeler vardı. Bu çeşmeler Aslanhane Çeşmesi, Öksüzce Çeşmesi ve Mukaddem Mahallesi'nde bulunan çeşmelerdi. Bu çeşmelerin bir özelliği de hayvanların mermer yalaklardan su içmesiydi. Evi çeşmeye uzak olanların sularını sakalar atın üstünde, gaz yağı tenekeleriyle, ücretli olarak taşırdı. Geleneksel Ankara evlerinde odalarda yüklükler olurdu. Gece serilen yataklar, gündüz yüklüğe kaldırılırdı. Bu yüklükler masif ağaçtan yapılırdı. Evlerde banyo olmadığı için, yüklüklerin bir kısmı yıkanmak için kullanılırdı. Tuvalet ise giriş katta olduğu için kış günleri sıcak odadan çıkıp tuvalete gitmek çok eziyetli olurdu. Aile yapısına göre odalar çeşitli işlevler görürdü. Eğer fazla oda yoksa, yatılan odada belli bir hacme sofra altı örtüsü serilir, üstüne 20 cm eninde bir kasnak konur, üzerine büyük bir sini ve bakır kaplar konurdu. Kalaylı bakır kaplarda yemek pişirilir ve yenirdi. Şimdi düşünüyorum da yemekler bakır tencerelerde piştiği için çok lezzetli oluyordu. Aileler anne, baba 1 veya 3 çocuktan oluşan çekirdek ailelerdi. Ben çevremde üç çocuktan fazla çocuğu olan aile görmedim.  Baba tarafı büyükleri, oğullarıyla otururdu.  Benim çocukluğum çok parlak geçti. Anneanne, babaanne ve dedelerimizin himayesinde büyüdük. Son derece sevgi ve saygı vardı. Babam o zaman Maliye Vekaleti şimdi Maliye Bakanlığı'nda çalışan ufak bir memurdu. 1930'lu yılların Türkiye'sinde ekonomi çok iyi olduğu için alım gücü yüksekti. Ben babamın eve küfeyle üzüm getirdiğini hatırlıyorum.      Ankara'da giyim;    1930'lu yıllarda Ankara'nın Hükümet Merkezi olması dolayısıyla giyilen kıyafetler modern tarzdaydı. Atatürk bu konuda öncülük yapardı. Valiler, genel müdürler, devlet memurlarının mecburi kıyafetleri vardı. Bir yeri temsil ediyorsanız ve temsil ettiğiniz yer Devlet ise onun hakkını vermek durumundasınız. Günübirlik Ankara'ya çevre ilçe ve köyden gelenlerin kıyafetleri farklıydı. O dönemin Valisi Nevzat Tandoğan, kıyafeti düzgün olmayan kişilerin Ulus'ta gezmelerine yasak koydu. Köyden gelenler bu yasaktan sonra kıyafetlerine dikkat etmeye, derli toplu giyinmeye başladılar. Ankara'da erkekler, yakasız (İçlik) denilen yakasız gömlek giyerlerdi. Adına Frenk Gömleği denirdi. Bu gömleğin yakası ve kol manşetleri rahat yıkanması için takma olurdu. Genelde memurlar bu gömlekleri giyerlerdi. Ayakkabılar Ermeni ustalar tarafından yapılan çarıklardı. Ham deriden yapılan çarıkların hazırı yoktu. Koyu sarı renkte, bağcıklı ve çok sertti. Onun için yaz kış çarık içine yün çorap giyilirdi. Sanıyorum 1935-1936 yıllarında Kafaflar Çarşısı'nın açılmasıyla lastik ayakkabıya geçiş yapıldı. Atatürk'ün Sümerbank'ı kurmasıyla da modern ayakkabıya geçiş başladı. Samanpazarı ile Taş Han arasında bulunan ayakkabı dükkanları ithal ayakkabı satardı. Bunlara "İskarpin" denirdi. Çok şık olan bu ayakkabıları milletvekilleri, üst düzey kişiler giyerdi. Ben o yaşlarımda, APA isimli bir ayakkabı dükkanı hatırlıyorum.       Ankara Yemekleri, hamur işleri, tatlılar;      Ankaralılar, yemek konusunda çok titizdi. Her şeyin çok bol ve çeşitli olmasını isterdi. Bu çeşitliliği de hanımlar kendisi yaratırdı. ''Harcı bol olsun'' diye bir tabir kullanılırdı. Ankaralı misafirine çok değer verir, her şeyin en güzeli ikram edilirdi. Annelerimiz kavurma, tarhana, erişteyi evde hazırlardı. Kış boyunca yenirdi. Yemeklere lezzeti veren kavurmaya katılan kuyruk yağı idi. Kasaplarda kuyruk yağı ayrı satılırdı. Sonbaharda kilolarca kuyruk yağı alınır, doğranıp, kızartılıp muhafaza edilirdi. Mesela Ankara Tavası çok sevilen bir yemekti. Pirinç, biraz nohut konup üzeri kemikli pirzola ile kapatılırdı. O zaman Ankara'da özel fırınlar vardı. Ankara Tavası o fırınlarda pişirtilip sıcak sıcak yenirdi. Et yemeği olmayan sofra yoktu. Her öğün etli yemek olurdu. Çorbalara gelince her sofrada muhakkak çorba da bulunurdu. Toyga çorbası yoğurt  ve pirinçle pişirilip üzerine ayrıca kızgın yağ dökülürdü. Ankaralıların yaptığı tarhana çok lezzetli olurdu. Bağa göç eden Ankaralı, tarhanasını orada yapar, güneşte kuruturdu. Sanıyorum lezzeti oradan geliyordu. Şehriye çorbası da sık yapılırdı. Özelliği; çorba piştikten sonra hamur açılır, küçük kareler halinde kesilip, kızartılır ve çorbanın üstüne dökülürdü.  Bir de yoğurtla yapılan ama soğuk içilen bir çorba yapılırdı. Yoğurt muhakkak taze olurdu. Kızılcahamam'ın pirinci çok makbuldü.  Alaca pirinç denirdi. Atatürk Orman Çiftliği'nde makarna fabrikası açılana kadar makarnayı bilmezdik. Erişte yapılırdı. Bağ bozumuna yakın, komşular imece usulü her gün bir evde toplanılıp erişte keserlerdi, sohbet eşliğinde erişte keserken gramofonda çalan  müziği dinlerlerdi. Türk yemeklerinde tatlı denilince akla baklava gelir. Ankaralılar baklavaya pek rağbet etmezdi. Yassı kadayıf kızartılır, üzerine şerbet dökülürdü. Bir de hazır alınan kadayıf vardı. Hazır kadayıfa da evde yapılan şerbet dökülürdü. 1930'lu yıllarda Rusya'dan kelle çeker gelirdi. Küçük parçalara bölünüp çabuk erimediği için çay ve kahve yanında kıtlama yapılırdı. Pirinç unuyla evlerde muhallebi çok sık yapılırdı. 1940'lı yıllardan sonra Ulus'ta açılan İstanbul Pastanesi'nde kazandibi, sütlaç gibi modern tatlılar yapılmaya başlandı. Ankaralılar'ın bir de piknik tarzı vardı. Cebeci Çayırı denilen yerde piknik yapılıp bisiklete binilirdi. Biz çocuklar için büyük bir mutluluktu.     Sevgili Kadri Kalaycıoğlu'na bu harika sohbet için çok teşekkür ediyorum.  97 yıllık yaşamını gelecek kuşaklara aktarması dileğiyle sağlıklı uzun ömür diliyorum.   
Sema KUMRULU / Türkiye'nin ilk mimarlarından, yazar, ressam Kadri Kalaycıoğlu 1927 doğumlu ve Ankara Kale'sinde doğmuş, büyümüş.

 1930'lu yıllarının Ankara'sını Kalaycıoğlu'ndan dinledim. Çok ilginç bir söyleşi oldu. Bana anlattığı o yıllarda ki Ankara evlerini, aile yaşamını, kılık- kıyafeti, yemek ve tatlıları sizlerle paylaşmak istedim.

     1930'lu yılların Ankara'sında evler ve aile yaşamı;

    Ben 1927 yılında Ankara Kalesi Aslanhane Mahallesi'nde doğdum. At Pazarı denilen bölgedeydi evimiz. At Pazarı, Ankara'nın köylüye hitap eden önemli bölgesiydi.  Ankara evleri genellikle iki katlıydı. Ekonomik duruma göre üç katlı evler de vardı. Durumu iyi olan ailelerin misafirlerini ağırlamak için cihan-ı hüma dediğimiz çatı katında bir oda olurdu; evin en güzel yeriydi. Çatı katı olduğu için manzara çok güzeldi. Maalesef başka şehirlerden gelip Ankara'ya yerleşenler evleri yıkıp kendi kafalarına göre ucube binalar yaptılar. Ankara'yı dejenere ettiler. Bizim evimiz iki katlıydı. Alt kat, kış şartlarına uygun, duvarları kalın, depo ihtiyacını karşılar, ahır bulunurdu. Kümes için bir bahçeye ihtiyaç vardı. Aileler kendi tavuklarını beslerdi.  Ankaralılar bu bahçelere "Hayat" derdi.  Aile yapısının mahremiyetini sağlayan Hayat duvarları yüksek olurdu. Hayat girişinde kapılar çok süslüydü. Elektrik olmadığı için evin üst katından, çıngıraklı iple çekilerek kapı açılırdı. Kapıların üzerinde demircilerin özel yaptığı "çak çak" denilen kapı zilleri vardı. Bu çak çakları yapan sanatçılara göre ayrı sesleri vardı. Gece çak çak sesini duyunca hangi komşunun kapısının çaldığını anlardık. Çak çaklar genelde bakırdan, sarı pirinçten olurdu. Sonradan batı mimarisine göre  el şeklinde yapılmaya başlandı. Bir de çocukların uzanabileceği daha alt bölümde çak çaklar bulunurdu. Evlerde elektrik olmadığı gibi su da henüz yoktu. 1940'lı yılların sonuna kadar su çeşmelerden alınırdı. Suyu direkt Elmadağ'dan gelen özel çeşmeler vardı. Bu çeşmeler Aslanhane Çeşmesi, Öksüzce Çeşmesi ve Mukaddem Mahallesi'nde bulunan çeşmelerdi. Bu çeşmelerin bir özelliği de hayvanların mermer yalaklardan su içmesiydi. Evi çeşmeye uzak olanların sularını sakalar atın üstünde, gaz yağı tenekeleriyle, ücretli olarak taşırdı. Geleneksel Ankara evlerinde odalarda yüklükler olurdu. Gece serilen yataklar, gündüz yüklüğe kaldırılırdı. Bu yüklükler masif ağaçtan yapılırdı. Evlerde banyo olmadığı için, yüklüklerin bir kısmı yıkanmak için kullanılırdı. Tuvalet ise giriş katta olduğu için kış günleri sıcak odadan çıkıp tuvalete gitmek çok eziyetli olurdu. Aile yapısına göre odalar çeşitli işlevler görürdü. Eğer fazla oda yoksa, yatılan odada belli bir hacme sofra altı örtüsü serilir, üstüne 20 cm eninde bir kasnak konur, üzerine büyük bir sini ve bakır kaplar konurdu. Kalaylı bakır kaplarda yemek pişirilir ve yenirdi. Şimdi düşünüyorum da yemekler bakır tencerelerde piştiği için çok lezzetli oluyordu. Aileler anne, baba 1 veya 3 çocuktan oluşan çekirdek ailelerdi. Ben çevremde üç çocuktan fazla çocuğu olan aile görmedim.  Baba tarafı büyükleri, oğullarıyla otururdu.  Benim çocukluğum çok parlak geçti. Anneanne, babaanne ve dedelerimizin himayesinde büyüdük. Son derece sevgi ve saygı vardı. Babam o zaman Maliye Vekaleti şimdi Maliye Bakanlığı'nda çalışan ufak bir memurdu. 1930'lu yılların Türkiye'sinde ekonomi çok iyi olduğu için alım gücü yüksekti. Ben babamın eve küfeyle üzüm getirdiğini hatırlıyorum.

 

   Ankara'da giyim;

   1930'lu yıllarda Ankara'nın Hükümet Merkezi olması dolayısıyla giyilen kıyafetler modern tarzdaydı. Atatürk bu konuda öncülük yapardı. Valiler, genel müdürler, devlet memurlarının mecburi kıyafetleri vardı. Bir yeri temsil ediyorsanız ve temsil ettiğiniz yer Devlet ise onun hakkını vermek durumundasınız. Günübirlik Ankara'ya çevre ilçe ve köyden gelenlerin kıyafetleri farklıydı. O dönemin Valisi Nevzat Tandoğan, kıyafeti düzgün olmayan kişilerin Ulus'ta gezmelerine yasak koydu. Köyden gelenler bu yasaktan sonra kıyafetlerine dikkat etmeye, derli toplu giyinmeye başladılar. Ankara'da erkekler, yakasız (İçlik) denilen yakasız gömlek giyerlerdi. Adına Frenk Gömleği denirdi. Bu gömleğin yakası ve kol manşetleri rahat yıkanması için takma olurdu. Genelde memurlar bu gömlekleri giyerlerdi. Ayakkabılar Ermeni ustalar tarafından yapılan çarıklardı. Ham deriden yapılan çarıkların hazırı yoktu. Koyu sarı renkte, bağcıklı ve çok sertti. Onun için yaz kış çarık içine yün çorap giyilirdi. Sanıyorum 1935-1936 yıllarında Kafaflar Çarşısı'nın açılmasıyla lastik ayakkabıya geçiş yapıldı. Atatürk'ün Sümerbank'ı kurmasıyla da modern ayakkabıya geçiş başladı. Samanpazarı ile Taş Han arasında bulunan ayakkabı dükkanları ithal ayakkabı satardı. Bunlara "İskarpin" denirdi. Çok şık olan bu ayakkabıları milletvekilleri, üst düzey kişiler giyerdi. Ben o yaşlarımda, APA isimli bir ayakkabı dükkanı hatırlıyorum.

 

    Ankara Yemekleri, hamur işleri, tatlılar;

     Ankaralılar, yemek konusunda çok titizdi. Her şeyin çok bol ve çeşitli olmasını isterdi. Bu çeşitliliği de hanımlar kendisi yaratırdı. ''Harcı bol olsun'' diye bir tabir kullanılırdı. Ankaralı misafirine çok değer verir, her şeyin en güzeli ikram edilirdi. Annelerimiz kavurma, tarhana, erişteyi evde hazırlardı. Kış boyunca yenirdi. Yemeklere lezzeti veren kavurmaya katılan kuyruk yağı idi. Kasaplarda kuyruk yağı ayrı satılırdı. Sonbaharda kilolarca kuyruk yağı alınır, doğranıp, kızartılıp muhafaza edilirdi. Mesela Ankara Tavası çok sevilen bir yemekti. Pirinç, biraz nohut konup üzeri kemikli pirzola ile kapatılırdı. O zaman Ankara'da özel fırınlar vardı. Ankara Tavası o fırınlarda pişirtilip sıcak sıcak yenirdi. Et yemeği olmayan sofra yoktu. Her öğün etli yemek olurdu. Çorbalara gelince her sofrada muhakkak çorba da bulunurdu. Toyga çorbası yoğurt  ve pirinçle pişirilip üzerine ayrıca kızgın yağ dökülürdü. Ankaralıların yaptığı tarhana çok lezzetli olurdu. Bağa göç eden Ankaralı, tarhanasını orada yapar, güneşte kuruturdu. Sanıyorum lezzeti oradan geliyordu. Şehriye çorbası da sık yapılırdı. Özelliği; çorba piştikten sonra hamur açılır, küçük kareler halinde kesilip, kızartılır ve çorbanın üstüne dökülürdü.  Bir de yoğurtla yapılan ama soğuk içilen bir çorba yapılırdı. Yoğurt muhakkak taze olurdu. Kızılcahamam'ın pirinci çok makbuldü.  Alaca pirinç denirdi. Atatürk Orman Çiftliği'nde makarna fabrikası açılana kadar makarnayı bilmezdik. Erişte yapılırdı. Bağ bozumuna yakın, komşular imece usulü her gün bir evde toplanılıp erişte keserlerdi, sohbet eşliğinde erişte keserken gramofonda çalan  müziği dinlerlerdi. Türk yemeklerinde tatlı denilince akla baklava gelir. Ankaralılar baklavaya pek rağbet etmezdi. Yassı kadayıf kızartılır, üzerine şerbet dökülürdü. Bir de hazır alınan kadayıf vardı. Hazır kadayıfa da evde yapılan şerbet dökülürdü. 1930'lu yıllarda Rusya'dan kelle çeker gelirdi. Küçük parçalara bölünüp çabuk erimediği için çay ve kahve yanında kıtlama yapılırdı. Pirinç unuyla evlerde muhallebi çok sık yapılırdı. 1940'lı yıllardan sonra Ulus'ta açılan İstanbul Pastanesi'nde kazandibi, sütlaç gibi modern tatlılar yapılmaya başlandı. Ankaralılar'ın bir de piknik tarzı vardı. Cebeci Çayırı denilen yerde piknik yapılıp bisiklete binilirdi. Biz çocuklar için büyük bir mutluluktu.

    Sevgili Kadri Kalaycıoğlu'na bu harika sohbet için çok teşekkür ediyorum.  97 yıllık yaşamını gelecek kuşaklara aktarması dileğiyle sağlıklı uzun ömür diliyorum.

  

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ankhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.