Ahmet Tek
Köşe Yazarı
Ahmet Tek
 

Ölümden Başkası Yalan

Ankara’nın minnacık bir kültür ve sanat adası var. Kadim şehrin kalbinde, Ulus’ta ve Hacı Bayram Mahallesi’nde. Siyasetin iç bunaltıcı  ikliminden kaçmak isteyenlerin, kültürel yozlaşmanın travmalarına çare arayanların,  karamsarlığa kapılanların sığınacağı bir vaha da diyebilirsiniz. Birçok Ankaralı adını bile duymamış olabilir ama 14 yıldır büyük bir oksijen çadırı gibi hizmet veriyor. Kapıları sanat tutkunlarına ardına kadar açık. Burası, CerModern. CerModern’i kim düşünmüş, kim planlamış, kim  katkı sağlamışsa hepsine milyarlarca teşekkür. Teşekkürün en büyüğü önce mimarlarına; Semra ve Özcan Uygur’a. Sonra; adı bile unutulmuş olan bir dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a.  CerModern, Türkiye’nin en güzel gün batımlarını izlemekten zevk alanların ve dolunay tutkunlarının mekanı. CerModern 21. yüzyıl Ankara’sının sanatsal etkinliklerinin merkezi. Başkentin Ağa Han Mimarlık Ödülü’ne layık görülen şahane yapısı Türk Tarih Kurumu’na, Radyo Evi’ne, Gençlik Parkı’na, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne, Opera’ya, Büyük Tiyatro’ya, Türk Ocağı’na, Kültür ve Turizm Bakanlığına, Melike Hatun Camisi’ne, Gar’a, Türk Hava Kurumu’na, Ankara’nın mimari değerlerinin tamamına komşu. CerModern’e güzellemeyi bir başka vakte bırakalım. CerModern’in alt katında bir tiyatro salonu var ve bu kez bu oksijen çadırına 100. gösterisini yapacak bir oyunun davetlisi olarak geldim.  Fransa’nın başkenti Paris’te, 195 yıl önce yazılmış bir kitaptan uyarlanan bu oyun, Türkiye’nin başkenti Ankara’da 100. kez seyirciyle buluştu. Salon tıklım tıklımdı. Ülkenin aydınlık yüzlü, pırıl pırıl gençleri, Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü”nü izlemek için Cer Modern’e akın etmişlerdi. Geçen hafta kutlanan Dünya Tiyatrolar Günü uluslararası bildirisini kaleme alan Norveçli Yazar Jon Fosse “Tiyatro sanatı eşsiz olanı evrensel olanla birleştirmeyi harika bir şekilde başarır” diyordu. Bambu Tiyatro’nun “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” oyunu bu tezi ispatlayan binlerce örnekten biri oldu. Bir edebiyat dehası olan Victor Hugo’nun, henüz 26 yaşında iken tanık olduğu giyotinli infazdan etkilenerek yazdığı “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü”, idam cezasını tartışmaya açan ilk eser olarak değerlendiriliyor. İş Bankası Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi’nden yayımlanan ve 10 yılda 37 baskı yapan kitabı, Volkan Yalçıntoklu, Fransızca aslından çevirmiş. Kitabın 32 sayfası “Önsöz” bölümüne ayrılmış. Bir tür manifesto. Darağacı, devrimlerin yok edemediği tek anıt, zindancının olduğu yerde cellada gerek yoktur, intikam almak bireyseldir, cezalandırmak Tanrı’nın işidir, hakimin kadife pençesinin altında celladın tırnakları hissedilir vb. onlarca aforizma bu bölümde. Kitabın ikinci bölümü ise “Trajedi Hakkında Bir Komedi” başlığıyla 77 sayfadan oluşuyor. Bu bölümde de bugünün sosyal medyasında paylaşılmaya hazır aforizmalar bir hayli fazla. Victor Hugo’nun “Geleneklerin yozlaşmasını sanatın çöküşü izler” saptamasına kim yanlış diyebilir. Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkûmunun İdamı” eserini Ahmet Yapar uyarlayıp oyunlaştırmış. Ahmet Yapar, tiyatromuzun geleceğine damgasını vuracağına inandığım bir sanatçı. Yönetmen, yazar, oyuncu, 10 parmağında 10 marifet. 14 yaşında Tarsus Gençlik Tiyatrosu’nu kurmuş, Aziz Nesin’in “Hadi Öldürsene Canikom” adlı oyunla ilk sahne deneyimini yaşamış. Sonra arkası gelmiş. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı’nda eğitim görmüş. Ahmet Yapar, her yaptığı işi güzel yapan sanatçılardan. Oyunu yöneten: Ozan Demircioğlu, Işık Tasarımı: Celal Can Tanrıveroğlu, Kostüm Tasarımı: Hayel Ekici, Asistan: Kadir Köse, Oyuncular: Hüseyin Oçan, Yusuf Kenan Adıgüzel, Murat Yiğit ve Özcan Bavlı. İdam mahkûmunu canlandıran Hüseyin Oçan. Hüseyin Oçan’ı daha önce izlemiş ve oyunculuğunu beğendiğimi ifade etmiştim. Hüseyin Oçan, oyunda öyle müthiş bir performans sergiliyor ki, bomboş sahneyi zihnimize nakşediyor. Oyunun hemen başında öyle bir hücre anlatımı var ki, klostrofobisi olmayanların bile içine korku salıyor. “Sanki her mahkûm buraya kendisinden bir iz bırakmak istemiş. Kalemle, tebeşirle, kömürle yazılmış siyah, beyaz, gri harfler, taşın içinde sıklıkla rastlanan derin yarıklar, sağda solda insan kanıyla yazılmışa benzeyen pas rengi semboller. Kuşkusuz zihnim daha rahat olsaydı, hücremin her taşının üzerinde sayfa sayfa sıralanan bu ilginç kitabı özenle inceleyip, taşların üzerine dağılmış bu düşünce kırıntılarından bir bütün oluşturmaktan, her ismin altında bir kişiyi bulmaktan, bu yarım yamalak yazılara, bu bölük pörçük cümlelere, kendilerini yazanlar gibi başları kesilmiş bedenlere benzeyen bu sözcüklere bir anlam ve hayat vermekten keyif alacaktım. Yatağımın başucu hizasında alevler içinde bir okla delinmiş iki kalp var, üzerinde şöyle yazıyor: Sonsuza kadar aşk. Bahtsızın bu aşkı uzun sürmemiştir.” “Ah! Bir hapishanede olmak ne büyük bir alçalma! Burada her şeyi kirleten bir zehir var. Burada her şey, 15 yaşında bir kızın şarkısı bile yozlaşıyor! Burada bulduğunuz bir kuşun kanadında çamur vardır; koparıp kokladığımız güzel bir çiçek iğrenç kokular yayar.” Dekor yok. Oyunun ağırlığı Hüseyin Oçan’ın omuzlarına, ışık ve ses sistemine yüklenmiş. Boş bir sahne oyunun en zayıf yanı. Oyundan topladığım güzel cümlelerden bir demet sunmak istiyorum: -Yırtık pırtık giysilerimin altında bir rahip cübbesinin altındakinden daha güzel duygular vardı. -Mezarın kapağı içeriden açılmaz. -Ölüm insanı hırçınlaştırıyor. -İnsan İçinde bulunduğu umutsuz koşullarda bazen bir zinciri bir saç teliyle koparabileceğini sanır. -Yüreğimde cenneti taşıyordum. Bu dünyada ölümden başkası yalan! Ne beylik lâf. Oysa gerçeğin ta kendisi. İnsanın öleceği zamanı bilmemesi büyük nimet. Oyunda, bir gün sonra öleceğini bilen bir insanın çaresizliğini iliklerime kadar hissettim. Yaşama tutkusunun  bu kadar somutlaştırılabileceğini düşünemezdim. “Ah ! Acaba güneş batmadan öleceğim doğru mu? Gerçekten mi? Bu ben miyim? Dışarıdan kulağıma gelen bu çığlıklar, rıhtımda koşuşan şu sevinçli insan kalabalığı, kışlalarında hazırlanan şu jandarmalar, şu siyah giysili rahip, şu kırmızı elbise giymiş adam, bütün bunların hepsi benim için hazırlanıyor! Ölecek olan benim için!” Haldun Dormen, “Tiyatro nedir?” sorusuna şu yanıtı veriyor: Tiyatro sevgidir, insanlara sevgi aşılar.  CerModern’den çıktığımda gökyüzünde dolunay vardı. Bahar çiçeklerinin kokusu vardı. Yüreğimde cenneti taşıyordum. Dilimde Sokrates’in "Sorgulanmayan hayat, yaşanmaya değmez" cümlesi… Sanat ve CerModern gözümde bir kez daha yüceldi. Tiyatro öldü diyenlere, sanatın sahipsiz bırakıldığını iddia edenlere inanmayın. Bir gün CerModern adlı adaya gelirseniz, karamsarlığınızın yersizliğini fark edersiniz.
Ekleme Tarihi: 30 Mart 2024 - Cumartesi

Ölümden Başkası Yalan

Ankara’nın minnacık bir kültür ve sanat adası var. Kadim şehrin kalbinde, Ulus’ta ve Hacı Bayram Mahallesi’nde. Siyasetin iç bunaltıcı  ikliminden kaçmak isteyenlerin, kültürel yozlaşmanın travmalarına çare arayanların,  karamsarlığa kapılanların sığınacağı bir vaha da diyebilirsiniz. Birçok Ankaralı adını bile duymamış olabilir ama 14 yıldır büyük bir oksijen çadırı gibi hizmet veriyor. Kapıları sanat tutkunlarına ardına kadar açık. Burası, CerModern.

CerModern’i kim düşünmüş, kim planlamış, kim  katkı sağlamışsa hepsine milyarlarca teşekkür. Teşekkürün en büyüğü önce mimarlarına; Semra ve Özcan Uygur’a. Sonra; adı bile unutulmuş olan bir dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a. 

CerModern, Türkiye’nin en güzel gün batımlarını izlemekten zevk alanların ve dolunay tutkunlarının mekanı. CerModern 21. yüzyıl Ankara’sının sanatsal etkinliklerinin merkezi. Başkentin Ağa Han Mimarlık Ödülü’ne layık görülen şahane yapısı Türk Tarih Kurumu’na, Radyo Evi’ne, Gençlik Parkı’na, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne, Opera’ya, Büyük Tiyatro’ya, Türk Ocağı’na, Kültür ve Turizm Bakanlığına, Melike Hatun Camisi’ne, Gar’a, Türk Hava Kurumu’na, Ankara’nın mimari değerlerinin tamamına komşu.

CerModern’e güzellemeyi bir başka vakte bırakalım. CerModern’in alt katında bir tiyatro salonu var ve bu kez bu oksijen çadırına 100. gösterisini yapacak bir oyunun davetlisi olarak geldim. 

Fransa’nın başkenti Paris’te, 195 yıl önce yazılmış bir kitaptan uyarlanan bu oyun, Türkiye’nin başkenti Ankara’da 100. kez seyirciyle buluştu. Salon tıklım tıklımdı. Ülkenin aydınlık yüzlü, pırıl pırıl gençleri, Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü”nü izlemek için Cer Modern’e akın etmişlerdi.

Geçen hafta kutlanan Dünya Tiyatrolar Günü uluslararası bildirisini kaleme alan Norveçli Yazar Jon Fosse “Tiyatro sanatı eşsiz olanı evrensel olanla birleştirmeyi harika bir şekilde başarır” diyordu. Bambu Tiyatro’nun “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” oyunu bu tezi ispatlayan binlerce örnekten biri oldu.

Bir edebiyat dehası olan Victor Hugo’nun, henüz 26 yaşında iken tanık olduğu giyotinli infazdan etkilenerek yazdığı “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü”, idam cezasını tartışmaya açan ilk eser olarak değerlendiriliyor. İş Bankası Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi’nden yayımlanan ve 10 yılda 37 baskı yapan kitabı, Volkan Yalçıntoklu, Fransızca aslından çevirmiş.

Kitabın 32 sayfası “Önsöz” bölümüne ayrılmış. Bir tür manifesto. Darağacı, devrimlerin yok edemediği tek anıt, zindancının olduğu yerde cellada gerek yoktur, intikam almak bireyseldir, cezalandırmak Tanrı’nın işidir, hakimin kadife pençesinin altında celladın tırnakları hissedilir vb. onlarca aforizma bu bölümde.

Kitabın ikinci bölümü ise “Trajedi Hakkında Bir Komedi” başlığıyla 77 sayfadan oluşuyor. Bu bölümde de bugünün sosyal medyasında paylaşılmaya hazır aforizmalar bir hayli fazla. Victor Hugo’nun “Geleneklerin yozlaşmasını sanatın çöküşü izler” saptamasına kim yanlış diyebilir.

Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkûmunun İdamı” eserini Ahmet Yapar uyarlayıp oyunlaştırmış. Ahmet Yapar, tiyatromuzun geleceğine damgasını vuracağına inandığım bir sanatçı. Yönetmen, yazar, oyuncu, 10 parmağında 10 marifet. 14 yaşında Tarsus Gençlik Tiyatrosu’nu kurmuş, Aziz Nesin’in “Hadi Öldürsene Canikom” adlı oyunla ilk sahne deneyimini yaşamış. Sonra arkası gelmiş. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı’nda eğitim görmüş. Ahmet Yapar, her yaptığı işi güzel yapan sanatçılardan.

Oyunu yöneten: Ozan Demircioğlu, Işık Tasarımı: Celal Can Tanrıveroğlu, Kostüm Tasarımı: Hayel Ekici, Asistan: Kadir Köse,
Oyuncular: Hüseyin Oçan, Yusuf Kenan Adıgüzel, Murat Yiğit ve Özcan Bavlı.

İdam mahkûmunu canlandıran Hüseyin Oçan. Hüseyin Oçan’ı daha önce izlemiş ve oyunculuğunu beğendiğimi ifade etmiştim. Hüseyin Oçan, oyunda öyle müthiş bir performans sergiliyor ki, bomboş sahneyi zihnimize nakşediyor. Oyunun hemen başında öyle bir hücre anlatımı var ki, klostrofobisi olmayanların bile içine korku salıyor.

“Sanki her mahkûm buraya kendisinden bir iz bırakmak istemiş. Kalemle, tebeşirle, kömürle yazılmış siyah, beyaz, gri harfler, taşın içinde sıklıkla rastlanan derin yarıklar, sağda solda insan kanıyla yazılmışa benzeyen pas rengi semboller. Kuşkusuz zihnim daha rahat olsaydı, hücremin her taşının üzerinde sayfa sayfa sıralanan bu ilginç kitabı özenle inceleyip, taşların üzerine dağılmış bu düşünce kırıntılarından bir bütün oluşturmaktan, her ismin altında bir kişiyi bulmaktan, bu yarım yamalak yazılara, bu bölük pörçük cümlelere, kendilerini yazanlar gibi başları kesilmiş bedenlere benzeyen bu sözcüklere bir anlam ve hayat vermekten keyif alacaktım. Yatağımın başucu hizasında alevler içinde bir okla delinmiş iki kalp var, üzerinde şöyle yazıyor: Sonsuza kadar aşk. Bahtsızın bu aşkı uzun sürmemiştir.”

“Ah! Bir hapishanede olmak ne büyük bir alçalma! Burada her şeyi kirleten bir zehir var. Burada her şey, 15 yaşında bir kızın şarkısı bile yozlaşıyor! Burada bulduğunuz bir kuşun kanadında çamur vardır; koparıp kokladığımız güzel bir çiçek iğrenç kokular yayar.”

Dekor yok. Oyunun ağırlığı Hüseyin Oçan’ın omuzlarına, ışık ve ses sistemine yüklenmiş. Boş bir sahne oyunun en zayıf yanı. Oyundan topladığım güzel cümlelerden bir demet sunmak istiyorum:
-Yırtık pırtık giysilerimin altında bir rahip cübbesinin altındakinden daha güzel duygular vardı.
-Mezarın kapağı içeriden açılmaz.
-Ölüm insanı hırçınlaştırıyor.
-İnsan İçinde bulunduğu umutsuz koşullarda bazen bir zinciri bir saç teliyle koparabileceğini sanır.
-Yüreğimde cenneti taşıyordum.

Bu dünyada ölümden başkası yalan! Ne beylik lâf. Oysa gerçeğin ta kendisi. İnsanın öleceği zamanı bilmemesi büyük nimet. Oyunda, bir gün sonra öleceğini bilen bir insanın çaresizliğini iliklerime kadar hissettim. Yaşama tutkusunun  bu kadar somutlaştırılabileceğini düşünemezdim.

“Ah ! Acaba güneş batmadan öleceğim doğru mu? Gerçekten mi? Bu ben miyim? Dışarıdan kulağıma gelen bu çığlıklar, rıhtımda koşuşan şu sevinçli insan kalabalığı, kışlalarında hazırlanan şu jandarmalar, şu siyah giysili rahip, şu kırmızı elbise giymiş adam, bütün bunların hepsi benim için hazırlanıyor! Ölecek olan benim için!”

Haldun Dormen, “Tiyatro nedir?” sorusuna şu yanıtı veriyor: Tiyatro sevgidir, insanlara sevgi aşılar. 

CerModern’den çıktığımda gökyüzünde dolunay vardı. Bahar çiçeklerinin kokusu vardı. Yüreğimde cenneti taşıyordum. Dilimde Sokrates’in "Sorgulanmayan hayat, yaşanmaya değmez" cümlesi… Sanat ve CerModern gözümde bir kez daha yüceldi. Tiyatro öldü diyenlere, sanatın sahipsiz bırakıldığını iddia edenlere inanmayın. Bir gün CerModern adlı adaya gelirseniz, karamsarlığınızın yersizliğini fark edersiniz.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ankhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.