Dr. Metin Özaslan yazdı: Suyu Arayan Şehir…

Ankara (İHA) - İhlas Haber Ajansı | 03.03.2021 - 12:49, Güncelleme: 03.03.2021 - 12:49
 

Dr. Metin Özaslan yazdı: Suyu Arayan Şehir…

Dr. Metin Özaslan (Ankara Kulübü Derneği Genel Başkanı) -1- “Suyu Arayan Adam” Cumhuriyet başlarının en önemli düşünce ve devlet adamlarından biri olan Şevket Süreyya Aydemir’in hayat hikâyesini anlattığı başyapıt niteliği taşıyan bir kitap… Yazar, Birinci Dünya Savaşı’na katılışından Büyük Turan’ı kurma yolunda Enver Paşa’nın yanında Kafkas ve Hazar ülkelerinde tecrübe ettiği mücadelelere, Rusya’daki eğitimi sonrasında ülkeye dönüşünden, devlette üstlendiği üst düzey görevlere değin yaşam güzergâhını zengin bir edebi üslup ve bilgelikle işler Suyu Arayan Adam’da... 20’nci yüzyılın ilk yarısının çalkantılı dönemlerinde Şevket Süreyya, Avrupa’dan, Rusya’ya ve Çin’e değin yaşayarak gözlemlediği inişli-çıkışlı olayları, Cumhuriyet sonrası yeni bir ülke kurma yolundaki ideallerini, mücadeleci hayatını, hayal kırıklığı ile sonuçlanan zorunlu emekliliğini, sonunda da Kayaş’ta Hatip Çayı kenarında hayatın anlamını, iç huzurunu ve mutluluğu bulmasını sağlayacak “su” ile buluşmasını anlatmaktadır eserinde... Şevket Süreyya, 1950’li yılların başında hayatının en verimli döneminde bir vekiller heyeti kararıyla çok sevdiği ve tüm zamanını verdiği görevinden alınmıştır. Genç yaşta zoraki emekliliğe ayrılmak durumunda kalan bu büyük beyin, haksızlığa uğramış olmanın verdiği kırgınlık, kızgınlık ve üzüntüyle karamsar bir boşluk içine düşer ve hayatının geri kalan bölümünde kendisini arayacağı, yaşamının anlamını sorgulayacağı, kendisiyle hesaplaşacağı münzevi bir dönemin kapısını aralar… Ankara’nın doğusuna doğru çıktığı bir kır yürüyüşünde yeşillikler içinde sere serpe uzanan Mamak ve Kayaş köylerinden geçerek, Kayaş-Kızılcaköy sınırında, Hatip Çayı kenarında Kayaş su bendinin kenarında, bundan böyle yeni yaşamının merkezi olacak küçük çiftlik evine ulaşır... Burada bir yandan filozof Epiktetos ile yaşadığı iç tartışmalar, diğer yandan da suyun doğaya verdiği zenginlik karşısında yaşadığı şaşkınlık ve hayranlıkla içinde bulunduğu bunalımdan sıyrılmaya başlar… Nitekim Şevket Süreyya yönü, hedefi ve amacı belirsiz, rüzgâra tabi, meçhule giden hengâmeli yaşamının tümü boyunca aradığının aslında “su” olduğunu kavrar. Suyun çevreye ve kendisine verdiği zenginlik, sağlık, neşe ve mutluluk yanında, iç dünyasında peşini hiç bırakmayan filozof Epiktetos’un verdiği öğütler, bir insanın yaşamı boyunca karşılaşacağı en büyük savaş olan “kendisiyle hesaplaşması"na korkmadan, kaçmadan, geri adım atmadan girmesine yardımcı olur… Şevket Süreyya nihayet en büyük düşmanı, en son ve en azgın hasmı olan kendisini ve böylelikle diğer insanlar, toplum ve dünya ile olan mücadelelerini, hırslarını, ihtiraslarını, dünyevi arzularını, kızgınlıklarını yenerek, iç dünyasında mutluluğa erer… Kendisinden her şeyi alınabilir ama bir şey asla… O da iradesidir… En önemli varlığı olan “iradesini”, yani “kendisi”ni, yani “su”yu bulduğu yer ise Kayaş su bendi çevresindeki suyun ve toprağın buluşup bin bir renkte güzellikler sunduğu alandır… Ankara’nın yaşam öyküsü de bir ölçüde Şevket Süreyya’nınkiyle benzeşir… Başkent Ankara da, Cumhuriyet’in kendisi için kurduğu büyük ütopyayla çıktığı medeniyet yarışının ilk dönemlerinde önemli kazanımlara erişmekle birlikte, en verimli olabileceği bir dönemde hızı kesilir ve zamanla gözden düşer… Planlı kentsel gelişmesiyle, meydanları, bulvarları, caddeleri, heykelleri, parklarıyla, milli mimari üslubu doğu-batı sentezi zarafet sembolü yapılarıyla, kültür-sanat donatılarıyla, doğayla, suyla, toprakla iç içe yaşamıyla tüm dünyanın hayranlıkla takip edeceği bir başkent olarak kurgulanan Ankara, bu kazanımları önemli ölçüde elde ettikten sonra Şevket Süreyya’nın da tecrübe ettiği gibi 1950’li yıllardan itibaren, bir dünya başkenti değil de bir taşra şehri muamelesi görmeye başlar, fiilen bir tenzil-i rütbe yaşar ve haliyle gözden düşer… 1950’li yıllar sonrasında kırsal tabanlı göçlerle yaşadığı hızlı nüfus artışı, gecekondulaşmanın damgasını vurduğu çarpık kentleşme, plansız büyüme, imar rantları, yanlış yer seçim kararları neticesinde sadece medeniyet yarışında edindiklerini değil, binlerce yıllık süreçte biriktirdiği tarihi varlıkları ve doğal değerlerini de kaybetmeye başlar Ankara… Şehir yüzyıllardır kendisine hayat veren su kaynaklarını, toprağını, bağ ve bahçelerini, temiz havasını, sayısız flora ve fauna çeşitliliğini kaybetmeye başlamıştır yeni dönemde. Nitekim Başkent Ankara da Şevket Süreyya gibi haksızlığa uğramış, Batı’nın tek dişi kalmış medeniyet canavarına rağmen “Doğu’dan, Anadolu’dan ilham alan daha insani bir medeniyet yapma sürecinin” dışına itilmiştir. O zamandan bu yana Ankara da rüzgârın önünde bir o yana bir bu yana savrulmaktadır. Ne aradığını bilmediği bir arayış içindedir… Ankara, geçmişini geleceğini, kimliğini kişiliğini, kendisini, yani “su”yu aramaktadır aslında. Aradığı su ise kendi içinde, kendi altında, kendindedir… İçindeki suya ulaşması için Şevket Süreyya’nın yaptığı gibi korkmadan kendisiyle hesaplaşması, kendi iradesine sahip çıkması gerekecektir. Suyu bulduğunda Ankara huzuru da bulacaktır… Bugün, 21’inci yüzyılın ikinci on yılında, hem Ankara’da yaşayanlar hem de şehre gelen misafirlerAnkara’yı kurak ve susuz bir kent olarak nitelendirirler… Oysa çok eskilerde değil yakın zamanlara kadar Ankara’yı şırıl şırıl akan serin akarsularçevrelemekteydi. Su bentlerinden ve şelaleciklerden çağlayan suların berrak uğultularışehrin nameleriydi… Ankara’yı bir dantel gibi saran masmavi dereler ve bu dereleri içinden akıtan ova ve vadi tabanlarında yeşilin çeşitli tonlarıyla nakşedilmiş özler, şehri, Orta Anadolu bozkırında bir vahaya benzetmekteydi…  Hatip Çayı, Çubuk Çayı, İncesu Deresi, Dikmen Deresi, Kavaklıdere, Hoşdere, Kirazlı Dere, Büyükesat Deresi, İmrahor Deresi, Bülbülderesi, Bademlik Deresi, Kıbrıs-Kusunlar Köyü Deresi, Kutludüğün Deresi, Mekel Deresi, Balaban Deresi, Hacı Kadın DeresiAnkara platosunu ören mavi kıvrımlardanilk akla gelenler… Bu dereler şehrin farklı noktalarında buluşarak önce Hatip ve Çubuk Çaylarını, sonra da diğer katılanlarla birlikte Ankara Çayı’nı oluşturur, kıvrıla kıvrıla Sincan ve Polatlı’yı geçerek Sakarya Nehri’ne kavuşurdu… Öyle ki, Ankara dereleri zaman zaman taşarak eski Ankara’nın çevresinde, bugünkü Yenişehir’in bulunduğu geniş havzada bataklık ve çayırlık alanlar oluşturmuştur… Ankara’ya gelen yabancıların şehrimize dair anılarından okuduğumuz en önemli yakınmalardan biri, bu bataklıklardan ötürü özellikle yaz aylarını cehenneme çeviren sivrisineklerdir…  Dere kenarları son yıllara kadar fakat yüzlerce ve hatta binlerce yıl boyunca Ankaralıların mesire alanları, doğayla buluşma noktaları, daha da önemlisi sağlık ve tarım havzaları olmuştur… Öyle ki İstanbullu yazar Ertuğrul Şevket, Yedigün Dergisinin 17 Eylül 1940 tarihli 393’üncü sayısında yayınlanan “Ankara’nın Kâhtanesi Kayaş” adlı makalesinde Hatip Çayı kenarındaki Kayaş ve çevresini; köşkleri, kasırları, şelaleleri, şadırvanları ile İstanbul’un meşhur mesire yeri olan Kâğıthane’ye, eski İstanbulluların deyimiyle “Kâhtane”ye benzetmiştir. Nitekim Cumhuriyet’in başlarında ve hatta 1960 ve 70’li yıllara kadar Hatip Çayı çevresi Ankaralıların ve yeni Başkentlilerin hafta sonlarını geçirdikleri en önemli mesire alanı olmuştur… Piknik sepetleriyle kara trenlere doluşan şehirliler, Mamak, Kayaş özlerine akın etmişlerdir… Ankara dereleri ve özellikle sulama bentlerinin oluşturduğu göletler, çocukların yüzüp oynadıkları havuzlardır aynı zamanda… Balık tutma meraklılarının oltayla avlandıkları su kaynaklarıdır… Dereler, çaylar, uzun ve geniş yemyeşil “Ankara Özü”ndeki, Ankara vadilerindeki bahçelerin, bostanların, bağların sayısız bentler aracılığıyla su tutulup, sulandığı kaynaklardır… Çamaşırların yıkanıp, tokaçlanıp, aklanıp, paklandığı yerlerdir dereler… Hıdrellez kutlamalarının gerçekleştirildiği şenlik alanlarıdır… Dere kenarlarındaki kahvehaneler, çay bahçeleri ve ağaçlık bölgeler ise sıcak yaz günlerinin sosyal buluşma alanlarıdır... Yakın zamanlara kadar Ankara’ya dört ana yönden su kaynaklarıyla girilirdi. İlk önce Ankara suları hoşlardı Ankara’nın misafirlerini; su ile vedalaşılırdı Ankara’dan… Kuzeyde Çubuk Çayı selamlardı şehrin ziyaretçilerini; Güneyde ise Mogan ve Eymir Gölleri ile Balaban Çayı… Şehrin Doğu’dan gelen ziyaretçilerine Hatip Çayı mihmandarlık yapar, Bentderesi ve Hacıbayram Mahallesi’ne kadar eşlik ederdi… Şehrin Batısında ise Ankara’nın tüm kılcal su damarlarının birleştiği Ankara Çayı bir atar damar kudretiyle kucaklar gelenleri, Akköprü’ye teslim ederdi… Selçuklu mirası Akköprü, sıcak, sevecen, misafirperver bir Ahi gönüldaşlığıyla karşılardı Tanrı misafirlerini… Zira yüzlerce yıl boyunca kentin Batı kapısı, avlu girişi oldu Köprübaşı… Askere uğurlamalar ve karşılamalar gibi Ankaralıların toplu etkinliklerinin yapıldığı kent eşiği oldu Akköprü… Nice devlet ricali burada karşılandı, burada uğurlandı… Gurbet yolcuları gözlendi Akköprü’den… Sıla toprağını öptü köprüden beriye geçen gurbetçiler… Ankaralı dileğini de yazıp atmıştır uzayıp giden Hatip ve Çubuk çaylarına… Su gibi aksın diye… Su gibi sağlık, su gibi mutluluk, su gibi huzur, su gibi uzun ömür versin diye… Leylekler getirmiştir derelerden bebekleri… Çocuklar bir müddet anaları bellemiştir Ankara’nın derelerini… Nice bebekleri, çocukları da analarının kucağından almıştır dereler sele dönüştüğünde… Çaylar, dereler Ankaralının umudunu beslemiştir… Ankaralının gözü olmuştur, kulağı olmuştur, yüreği olmuştur… Sakarya Savaşı’nda Polatlı’da ve Batı cephelerinde vuruşan askerlerimize anaların, eşlerin, çocukların gözyaşlarını ve umudunu götürmüştür Hatip, Çubuk ve Ankara çayları…  Ne var ki zamanla kent büyüyüp, şiştikçe dereler küçüldü… Önce suyu besleyen alanlar kirletildi… Sonra milyonlarla ifade edilen nüfusuyla kentin atıkları derelere verilerek tümden imha edildi Ankara’nın su kaynakları, hayat damarları…  “Saldım çayıra” stratejisini temel alan sanayileşme ve ticarileşme, “sayın başkanım kayıra” modeli üzerine kurulu imar ve kentleşme süreçleri sonunda oluşan çevre tahribatının en büyük yükünü yüzyıllardır şehrin yaşam kaynağı olan dereler çekti… Bu sefer de kirlenen, koku saçan dereler sorunu çıktı ortaya… Alelacele çare ise derelerin gizlenmesinde bulundu… Tüm dünyaya örnek olsun dercesine bunu da ustalıkla becerdi şehrin emanetçileri; şehreminleri, şarbayları, ilbayları, türlü sayın başkanları, sayın müdürleri… Sonunda derelerin sesi kesildi… Doğanın ana ezgisi sustu… Sanki bir karabasan çöktü şehre sonra… Sesi çıkmaz, nefes alamaz, kulağı duymaz oldu… Ahrazlaştı Ankara… Bugün Ankara, altından akan sayısız dereye rağmen susuz, yeşilsiz ve sevimsiz bir şehre dönüşmüştür… Suyunu kaybeden Ankara’nın dere yatakları üzerinde beton ve demir yığınları yükselmektedir… Yaz aylarında kavrulan şehrin içi, yöneticilerine olduğu kadar sessiz sedasız yönetilme vebalini taşıyan hemşerilerine de cehennem sıcaklarını hatırlatmaktadır… Ankara, selasız, namazsız, Ankara duasız, helvasız defnettiği derelerinin üzerinde oturmaktadır bugün… Yeraltına çakılan her bir fore kazıkla inim inin inleyen Ankara’nın dereleri, kinini kusacağı felaket günlerini beklemektedir… Zira bugün üzerinde bulvarların, metroların aktığı, beton ve demir yığınlarının yükseldiği Ankara dereleri, aslında halen Ankara’nın kalp damarları işlevi görmektedir. Bu damarların tıkanması büyük bir krizi de beraberinde getirecektir. Çevre tahribatının, çarpık ve plansız büyümenin, adam kayırmanın, ulufe ve cülus dağıtmanın sıradanlaştığı, rant kapılarının kıbleleştirildiği, fitne ve fesat çemberlerinin hızla Bizanslaştırdığı Ankara’nın bir diğer adı da murdar giden dereler, çaylar mezarlığıdır denilse sanırım abartı olmaz… (SÜRECEK)

Dr. Metin Özaslan (Ankara Kulübü Derneği Genel Başkanı)

-1-

“Suyu Arayan Adam” Cumhuriyet başlarının en önemli düşünce ve devlet adamlarından biri olan Şevket Süreyya Aydemir’in hayat hikâyesini anlattığı başyapıt niteliği taşıyan bir kitap… Yazar, Birinci Dünya Savaşı’na katılışından Büyük Turan’ı kurma yolunda Enver Paşa’nın yanında Kafkas ve Hazar ülkelerinde tecrübe ettiği mücadelelere, Rusya’daki eğitimi sonrasında ülkeye dönüşünden, devlette üstlendiği üst düzey görevlere değin yaşam güzergâhını zengin bir edebi üslup ve bilgelikle işler Suyu Arayan Adam’da... 20’nci yüzyılın ilk yarısının çalkantılı dönemlerinde Şevket Süreyya, Avrupa’dan, Rusya’ya ve Çin’e değin yaşayarak gözlemlediği inişli-çıkışlı olayları, Cumhuriyet sonrası yeni bir ülke kurma yolundaki ideallerini, mücadeleci hayatını, hayal kırıklığı ile sonuçlanan zorunlu emekliliğini, sonunda da Kayaş’ta Hatip Çayı kenarında hayatın anlamını, iç huzurunu ve mutluluğu bulmasını sağlayacak “su” ile buluşmasını anlatmaktadır eserinde...

Şevket Süreyya, 1950’li yılların başında hayatının en verimli döneminde bir vekiller heyeti kararıyla çok sevdiği ve tüm zamanını verdiği görevinden alınmıştır. Genç yaşta zoraki emekliliğe ayrılmak durumunda kalan bu büyük beyin, haksızlığa uğramış olmanın verdiği kırgınlık, kızgınlık ve üzüntüyle karamsar bir boşluk içine düşer ve hayatının geri kalan bölümünde kendisini arayacağı, yaşamının anlamını sorgulayacağı, kendisiyle hesaplaşacağı münzevi bir dönemin kapısını aralar… Ankara’nın doğusuna doğru çıktığı bir kır yürüyüşünde yeşillikler içinde sere serpe uzanan Mamak ve Kayaş köylerinden geçerek, Kayaş-Kızılcaköy sınırında, Hatip Çayı kenarında Kayaş su bendinin kenarında, bundan böyle yeni yaşamının merkezi olacak küçük çiftlik evine ulaşır... Burada bir yandan filozof Epiktetos ile yaşadığı iç tartışmalar, diğer yandan da suyun doğaya verdiği zenginlik karşısında yaşadığı şaşkınlık ve hayranlıkla içinde bulunduğu bunalımdan sıyrılmaya başlar… Nitekim Şevket Süreyya yönü, hedefi ve amacı belirsiz, rüzgâra tabi, meçhule giden hengâmeli yaşamının tümü boyunca aradığının aslında “su” olduğunu kavrar. Suyun çevreye ve kendisine verdiği zenginlik, sağlık, neşe ve mutluluk yanında, iç dünyasında peşini hiç bırakmayan filozof Epiktetos’un verdiği öğütler, bir insanın yaşamı boyunca karşılaşacağı en büyük savaş olan “kendisiyle hesaplaşması"na korkmadan, kaçmadan, geri adım atmadan girmesine yardımcı olur… Şevket Süreyya nihayet en büyük düşmanı, en son ve en azgın hasmı olan kendisini ve böylelikle diğer insanlar, toplum ve dünya ile olan mücadelelerini, hırslarını, ihtiraslarını, dünyevi arzularını, kızgınlıklarını yenerek, iç dünyasında mutluluğa erer… Kendisinden her şeyi alınabilir ama bir şey asla… O da iradesidir… En önemli varlığı olan “iradesini”, yani “kendisi”ni, yani “su”yu bulduğu yer ise Kayaş su bendi çevresindeki suyun ve toprağın buluşup bin bir renkte güzellikler sunduğu alandır…

Ankara’nın yaşam öyküsü de bir ölçüde Şevket Süreyya’nınkiyle benzeşir… Başkent Ankara da, Cumhuriyet’in kendisi için kurduğu büyük ütopyayla çıktığı medeniyet yarışının ilk dönemlerinde önemli kazanımlara erişmekle birlikte, en verimli olabileceği bir dönemde hızı kesilir ve zamanla gözden düşer… Planlı kentsel gelişmesiyle, meydanları, bulvarları, caddeleri, heykelleri, parklarıyla, milli mimari üslubu doğu-batı sentezi zarafet sembolü yapılarıyla, kültür-sanat donatılarıyla, doğayla, suyla, toprakla iç içe yaşamıyla tüm dünyanın hayranlıkla takip edeceği bir başkent olarak kurgulanan Ankara, bu kazanımları önemli ölçüde elde ettikten sonra Şevket Süreyya’nın da tecrübe ettiği gibi 1950’li yıllardan itibaren, bir dünya başkenti değil de bir taşra şehri muamelesi görmeye başlar, fiilen bir tenzil-i rütbe yaşar ve haliyle gözden düşer…

1950’li yıllar sonrasında kırsal tabanlı göçlerle yaşadığı hızlı nüfus artışı, gecekondulaşmanın damgasını vurduğu çarpık kentleşme, plansız büyüme, imar rantları, yanlış yer seçim kararları neticesinde sadece medeniyet yarışında edindiklerini değil, binlerce yıllık süreçte biriktirdiği tarihi varlıkları ve doğal değerlerini de kaybetmeye başlar Ankara… Şehir yüzyıllardır kendisine hayat veren su kaynaklarını, toprağını, bağ ve bahçelerini, temiz havasını, sayısız flora ve fauna çeşitliliğini kaybetmeye başlamıştır yeni dönemde. Nitekim Başkent Ankara da Şevket Süreyya gibi haksızlığa uğramış, Batı’nın tek dişi kalmış medeniyet canavarına rağmen “Doğu’dan, Anadolu’dan ilham alan daha insani bir medeniyet yapma sürecinin” dışına itilmiştir. O zamandan bu yana Ankara da rüzgârın önünde bir o yana bir bu yana savrulmaktadır. Ne aradığını bilmediği bir arayış içindedir… Ankara, geçmişini geleceğini, kimliğini kişiliğini, kendisini, yani “su”yu aramaktadır aslında. Aradığı su ise kendi içinde, kendi altında, kendindedir… İçindeki suya ulaşması için Şevket Süreyya’nın yaptığı gibi korkmadan kendisiyle hesaplaşması, kendi iradesine sahip çıkması gerekecektir. Suyu bulduğunda Ankara huzuru da bulacaktır…

Bugün, 21’inci yüzyılın ikinci on yılında, hem Ankara’da yaşayanlar hem de şehre gelen misafirlerAnkara’yı kurak ve susuz bir kent olarak nitelendirirler… Oysa çok eskilerde değil yakın zamanlara kadar Ankara’yı şırıl şırıl akan serin akarsularçevrelemekteydi. Su bentlerinden ve şelaleciklerden çağlayan suların berrak uğultularışehrin nameleriydi… Ankara’yı bir dantel gibi saran masmavi dereler ve bu dereleri içinden akıtan ova ve vadi tabanlarında yeşilin çeşitli tonlarıyla nakşedilmiş özler, şehri, Orta Anadolu bozkırında bir vahaya benzetmekteydi…  Hatip Çayı, Çubuk Çayı, İncesu Deresi, Dikmen Deresi, Kavaklıdere, Hoşdere, Kirazlı Dere, Büyükesat Deresi, İmrahor Deresi, Bülbülderesi, Bademlik Deresi, Kıbrıs-Kusunlar Köyü Deresi, Kutludüğün Deresi, Mekel Deresi, Balaban Deresi, Hacı Kadın DeresiAnkara platosunu ören mavi kıvrımlardanilk akla gelenler… Bu dereler şehrin farklı noktalarında buluşarak önce Hatip ve Çubuk Çaylarını, sonra da diğer katılanlarla birlikte Ankara Çayı’nı oluşturur, kıvrıla kıvrıla Sincan ve Polatlı’yı geçerek Sakarya Nehri’ne kavuşurdu… Öyle ki, Ankara dereleri zaman zaman taşarak eski Ankara’nın çevresinde, bugünkü Yenişehir’in bulunduğu geniş havzada bataklık ve çayırlık alanlar oluşturmuştur… Ankara’ya gelen yabancıların şehrimize dair anılarından okuduğumuz en önemli yakınmalardan biri, bu bataklıklardan ötürü özellikle yaz aylarını cehenneme çeviren sivrisineklerdir…

 Dere kenarları son yıllara kadar fakat yüzlerce ve hatta binlerce yıl boyunca Ankaralıların mesire alanları, doğayla buluşma noktaları, daha da önemlisi sağlık ve tarım havzaları olmuştur… Öyle ki İstanbullu yazar Ertuğrul Şevket, Yedigün Dergisinin 17 Eylül 1940 tarihli 393’üncü sayısında yayınlanan “Ankara’nın Kâhtanesi Kayaş” adlı makalesinde Hatip Çayı kenarındaki Kayaş ve çevresini; köşkleri, kasırları, şelaleleri, şadırvanları ile İstanbul’un meşhur mesire yeri olan Kâğıthane’ye, eski İstanbulluların deyimiyle “Kâhtane”ye benzetmiştir. Nitekim Cumhuriyet’in başlarında ve hatta 1960 ve 70’li yıllara kadar Hatip Çayı çevresi Ankaralıların ve yeni Başkentlilerin hafta sonlarını geçirdikleri en önemli mesire alanı olmuştur… Piknik sepetleriyle kara trenlere doluşan şehirliler, Mamak, Kayaş özlerine akın etmişlerdir… Ankara dereleri ve özellikle sulama bentlerinin oluşturduğu göletler, çocukların yüzüp oynadıkları havuzlardır aynı zamanda… Balık tutma meraklılarının oltayla avlandıkları su kaynaklarıdır… Dereler, çaylar, uzun ve geniş yemyeşil “Ankara Özü”ndeki, Ankara vadilerindeki bahçelerin, bostanların, bağların sayısız bentler aracılığıyla su tutulup, sulandığı kaynaklardır… Çamaşırların yıkanıp, tokaçlanıp, aklanıp, paklandığı yerlerdir dereler… Hıdrellez kutlamalarının gerçekleştirildiği şenlik alanlarıdır… Dere kenarlarındaki kahvehaneler, çay bahçeleri ve ağaçlık bölgeler ise sıcak yaz günlerinin sosyal buluşma alanlarıdır...

Yakın zamanlara kadar Ankara’ya dört ana yönden su kaynaklarıyla girilirdi. İlk önce Ankara suları hoşlardı Ankara’nın misafirlerini; su ile vedalaşılırdı Ankara’dan… Kuzeyde Çubuk Çayı selamlardı şehrin ziyaretçilerini; Güneyde ise Mogan ve Eymir Gölleri ile Balaban Çayı… Şehrin Doğu’dan gelen ziyaretçilerine Hatip Çayı mihmandarlık yapar, Bentderesi ve Hacıbayram Mahallesi’ne kadar eşlik ederdi… Şehrin Batısında ise Ankara’nın tüm kılcal su damarlarının birleştiği Ankara Çayı bir atar damar kudretiyle kucaklar gelenleri, Akköprü’ye teslim ederdi… Selçuklu mirası Akköprü, sıcak, sevecen, misafirperver bir Ahi gönüldaşlığıyla karşılardı Tanrı misafirlerini… Zira yüzlerce yıl boyunca kentin Batı kapısı, avlu girişi oldu Köprübaşı… Askere uğurlamalar ve karşılamalar gibi Ankaralıların toplu etkinliklerinin yapıldığı kent eşiği oldu Akköprü… Nice devlet ricali burada karşılandı, burada uğurlandı… Gurbet yolcuları gözlendi Akköprü’den… Sıla toprağını öptü köprüden beriye geçen gurbetçiler…

Ankaralı dileğini de yazıp atmıştır uzayıp giden Hatip ve Çubuk çaylarına… Su gibi aksın diye… Su gibi sağlık, su gibi mutluluk, su gibi huzur, su gibi uzun ömür versin diye… Leylekler getirmiştir derelerden bebekleri… Çocuklar bir müddet anaları bellemiştir Ankara’nın derelerini… Nice bebekleri, çocukları da analarının kucağından almıştır dereler sele dönüştüğünde… Çaylar, dereler Ankaralının umudunu beslemiştir… Ankaralının gözü olmuştur, kulağı olmuştur, yüreği olmuştur… Sakarya Savaşı’nda Polatlı’da ve Batı cephelerinde vuruşan askerlerimize anaların, eşlerin, çocukların gözyaşlarını ve umudunu götürmüştür Hatip, Çubuk ve Ankara çayları…

 Ne var ki zamanla kent büyüyüp, şiştikçe dereler küçüldü… Önce suyu besleyen alanlar kirletildi… Sonra milyonlarla ifade edilen nüfusuyla kentin atıkları derelere verilerek tümden imha edildi Ankara’nın su kaynakları, hayat damarları…  “Saldım çayıra” stratejisini temel alan sanayileşme ve ticarileşme, “sayın başkanım kayıra” modeli üzerine kurulu imar ve kentleşme süreçleri sonunda oluşan çevre tahribatının en büyük yükünü yüzyıllardır şehrin yaşam kaynağı olan dereler çekti… Bu sefer de kirlenen, koku saçan dereler sorunu çıktı ortaya… Alelacele çare ise derelerin gizlenmesinde bulundu… Tüm dünyaya örnek olsun dercesine bunu da ustalıkla becerdi şehrin emanetçileri; şehreminleri, şarbayları, ilbayları, türlü sayın başkanları, sayın müdürleri… Sonunda derelerin sesi kesildi… Doğanın ana ezgisi sustu… Sanki bir karabasan çöktü şehre sonra… Sesi çıkmaz, nefes alamaz, kulağı duymaz oldu… Ahrazlaştı Ankara…

Bugün Ankara, altından akan sayısız dereye rağmen susuz, yeşilsiz ve sevimsiz bir şehre dönüşmüştür… Suyunu kaybeden Ankara’nın dere yatakları üzerinde beton ve demir yığınları yükselmektedir… Yaz aylarında kavrulan şehrin içi, yöneticilerine olduğu kadar sessiz sedasız yönetilme vebalini taşıyan hemşerilerine de cehennem sıcaklarını hatırlatmaktadır… Ankara, selasız, namazsız, Ankara duasız, helvasız defnettiği derelerinin üzerinde oturmaktadır bugün… Yeraltına çakılan her bir fore kazıkla inim inin inleyen Ankara’nın dereleri, kinini kusacağı felaket günlerini beklemektedir… Zira bugün üzerinde bulvarların, metroların aktığı, beton ve demir yığınlarının yükseldiği Ankara dereleri, aslında halen Ankara’nın kalp damarları işlevi görmektedir. Bu damarların tıkanması büyük bir krizi de beraberinde getirecektir. Çevre tahribatının, çarpık ve plansız büyümenin, adam kayırmanın, ulufe ve cülus dağıtmanın sıradanlaştığı, rant kapılarının kıbleleştirildiği, fitne ve fesat çemberlerinin hızla Bizanslaştırdığı Ankara’nın bir diğer adı da murdar giden dereler, çaylar mezarlığıdır denilse sanırım abartı olmaz…

(SÜRECEK)

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ankhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.