İrfan Ünver Nasrattınoğlu
Köşe Yazarı
İrfan Ünver Nasrattınoğlu
 

Kaddafi, Türkiye’ye neden gelmiyordu? Şundan…

Libya’ya İlk kez 1978 yılında gittim. 1979 yılındaki ikinci seyahatten sonra 10 yıl gitmediğim bu kardeş ülkeye 2011 yılına kadar 8 kez gidip, görülesi her yerini gezip görebilme olanağını buldum. Zaman zaman bu seyahatlerimle ilgili notlarımı özetleyerek okura sunmak isterim. Libya seyahatlerimde birkaç kez o dönemin lideri olan Muammer Kaddafi ile aynı çatı altında bulunarak, onu yakında görme, hatta kısa kısa diyaloglarda da bulundum. Anlattığım dostlarımın en çok ilgi gösterdiği diyalog, 1979 yılındaki ikinci Libya seyahatimde gerçekleşen diyalog olup, bu görüşme bu yazının konusu olacaktır. 1969 yılında Kralı devirerek, devrim yapan Kaddafi 10 gün süren çok yönlü etkinliklerle kutlamalar yapıyordu. 29 Eylül 1979 tarihinde İstanbul’dan Bingazi’ye uçan delegasyonda şu kişiler yer alıyordu: Gazeteciler Kenan Akın (Tercüman), Şahap Gensoy ve Hale Vural (Tasvir), Anadol ve Sacide Tangüner (Serbest), Enver Altaylı (Hergün), Zeki Saraçoğlu ve Halis Evrenos (Ortadoğu), Cengiz Çandar (Cumhuriyet) ile bu satırların yazarı… Akademisyenler Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr. Halit Demir, Prof. Dr. Ergun Gökbulut, Prof. Dr. Ömer Kürkçüoğlu, Prof. Dr. Ekrem Pakdemirli ve Prof. Dr. Arif Ersoy… Ankara’daki Libya Kültür Merkezi Müdürü M. Ali Hadi El-Şerif, tercüman Mehmet Anıl ve Libya Tanıtma Genel Müdürü Said Nuha da bizimle birlikte geliyorlardı. İkibuçuk saatlik bir uçuştan sonra Bingazi hava alanına inmiş birkaç kişiyle birlikte ben de Bingazi Üniversitesi öğrenci yurduna yerleştirilmiştik. Ertesi gün, üç gün devam edecek olan Kaddafi’nin Evrensel Teori dediği Yeşil kitap ile ilgili seminer çalışması başlamıştı. Seminerde, dünyanın her tarafından gelen 700 kişi vardı. Kürsünün yanındaki masada oturan Kaddafi, tüm konuşmaları dikkatle dinliyor, notlar alıyor ve cevaplar veriyordu. Delegasyonumuz adına konuşan Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın konuşmasının bir bölümüne karşı çıkan Kaddafi ona da cevap vererek, “o bölümü anlamamışsın!...” demişti. TAGRİFT Seminer çalışmasından sonra bizim delegasyondaki gazeteciler Tagrift’e götürülerek buradaki çadır kente yerleştirilmişlerdi. Tagrif Libya’nın, İtalyan işgal ordusuna karşı kahramanca savaştığı yerdi. 25 Şubat 1928 tarihinde, 450 Arap kahraman, burada İtalyan askerleriyle çarpışmışlar; 75 mücahit şehit düşerken, İtalyanlar çok sayıda ölü vermişlerdi. Hâlâ şiddetli kum fırtınalarından sonra, ortaya çıkan kafatasları görülüyordu. Son İtalyan askeri Libya’yı 7 Ekim 1928’de terk etmişti. Bu nedenle her yıl 7 Ekimde kutlama törenleri yapılıyordu. O yıl bu kutlamaların Tagrift’te yapılmasına karar verilmişti ve devasa çadırlardan oluşan bir çadır kent kurulmuştu. İşte bu çadırlardan birisi gazetecilere, birisi büyükelçilere, birisi bakar düzeyindeki kişilere, birisi askerlere tahsis edilmişti. Çölün ortasındaydık. Tagrift kalesi arkamızdaydı. Bu kaleye çıkarak, çevreyi temaşa eylemiş; çölde konuşlanmış olan askerleri ve radar mevziini görmüştük. Libya’nın her yerinden halk komitelerinin temsilcileri buraya gelmişler ve çadırlara yerleşmişlerdi. Akşam, hava karardığında çadırların önünde ateşler yakılmış, kuzular çevrilmeye başlamıştı. Bilahare inşaatı yeni tamamlanan abidenin önündeki müzik, şiir ve raks şölenini izlemiştik. Çok sevdiğim Arap musikisini en doğal biçimiyle dinliyor,  ilginç halk oyunlarını dikkatle seyrediyordum. Gece gösterileri, son derece görkemli bir şölendi. Çölde unutulmaz bir manzara sergileniyordu. Evet, çöl insanlarıyla, bedevilerle beraberdik. Onların geleneksel giysilerini, musikilerini ve oyunlarını zevkle seyrediyorduk. Bir merkezden havai fişekleri, maytaplar atılıyordu. Böylesi manzaralar, ancak gelişmiş batı ülkelerinde görülüyordu.  Patlatılan havai fişeklerinin yaydığı ışık; gökteki dolunayın ışığını dahi sönük bırakıyordu. Tagrift’te yaşayan insanlar, tarih boyunca göçebe olarak yaşamıştı. Burası deve kervanlarının geçiş yolu üzerindeydi. Zira burada su vardı. Biraz kazılan her yerden su fışkırıyordu. Ama bu su tuzluydu ve içilmesi sakıncalıydı. Bu nedenle ciddi araştırma ve sondaj çalışmaları yapılarak, tatlı su da bulunmuştu. Tagrift çölünde, gece yarılarına değin edindiğim izlenim o idi ki; Kaddafi hiçbir şey yapmasa bile, çöl insanına, insan olma bilincini, ulus olma bilincini ve insanca yaşama imkanını sağlamıştı. Artık Libyalı kendisi için, kendi ülkesinde ve kendi ulusu arasında, onurla yaşıyordu. Bedeviler, saf kan Arap atları ile, geleneksel savaş sahnelerini canlandırmışlardı. At üzerindeki maharetleri onların ustalıklarını ortaya koyuyordu.  Şölende Zelle bölgesi müzik grubunu, Trablus halk oyunları ekibini ve halk ozanlarını dinlemiş, seyretmiştik. Tabii sık sık devrime ve Muammer Kaddafi’ye övgüler düzülüyordu. Yapılan konuşmalardan öğrendiğimiz önemli bir şey de, İtalyanlarla yapılan savaşlarda, Urfalı aşireti de kahramanlıklarıyla ün yapmışlardı. Bunlar, vaktiyle, Şanlıurfa’dan gelip, Libya’ya yerleşmiş ve artık Libyalı olmuş olan bizim insanlarımızın torunlarıydı. Muammer Kaddafi bir akşam gazeteciler çadırını ziyaret ederek Cemahiriye, Yeşil Kitap, iç ve dış politik meseleler üzerine konuşmuştu. Samimi bir hava içerisinde geçen sohbetin bir yerinde, kendisine yönelttiğimiz, “Türkiye’yi sevdiğinizi biliyoruz, ama bu güne kadar ülkemizi neden hiç ziyaret etmediniz?” sorusuna tebessümle, kısaca şu cevabı vermişti: “Ayasaofya’da namaz kılabileceğim zaman geleceğim!... ÇÖLDE ASKERİ TÖREN Ertesi sabaha, hâlâ devam etmekte olan, Arap musikisinin tatlı melodileriyle uyanmıştık. Kalkmış çay, kahve ve sütle kahvaltımızı yapmıştık. Kahvaltıda Bulgaristan’dan gelen marmelat, Hollanda’dan gelen peynir, Avusturya’dan gelen meşrubat vesaire vardı. Çay Hindistan, kahve İngiltere menşeli idi. Keza bardaklar, yatak çarşafı ve havlu gibi Çin’den gelmişti. Kauçuk yatak ve hatta kibrit Yugoslavya, çay semaveri ise Çekoslovakya malıydı. Her yemekte hiç kullanılmamış olan çatal, kaşık, bıçak paketleri açılıyor; yemekten sonra bunlar atılıyordu. Kimi kişilerin kumlar arasından bunları toplamakta olduklarını görmüştüm. Öğleden sonra Libya ordusunun askeri manevrası vardı. Manevrayı Kaddafi gibi biz de bir tepe üzerinden izliyorduk. Jet uçaklarının gösterileri sırasında bir uçağın yere çakılmasını herkes gibi biz de dehşetle seyretmiştik! Ne yazık ki pilot orada ölmüştü. Genel olarak düzenli bir ordu gözleniyordu. Ama tez zamanda çok işlerin başarılması heyecanı içerisinde, kimi pilotlar, jet uçağı kullanma konusunda yeteri kadar eğitim almamıştı. Keza akşam saatlerindeki törende de bir atın çarptığı kişi koma halinde hastaneye götürülmüştü.
Ekleme Tarihi: 18 Eylül 2022 - Pazar

Kaddafi, Türkiye’ye neden gelmiyordu? Şundan…

Libya’ya İlk kez 1978 yılında gittim. 1979 yılındaki ikinci seyahatten sonra 10 yıl gitmediğim bu kardeş ülkeye 2011 yılına kadar 8 kez gidip, görülesi her yerini gezip görebilme olanağını buldum. Zaman zaman bu seyahatlerimle ilgili notlarımı özetleyerek okura sunmak isterim.

Libya seyahatlerimde birkaç kez o dönemin lideri olan Muammer Kaddafi ile aynı çatı altında bulunarak, onu yakında görme, hatta kısa kısa diyaloglarda da bulundum. Anlattığım dostlarımın en çok ilgi gösterdiği diyalog, 1979 yılındaki ikinci Libya seyahatimde gerçekleşen diyalog olup, bu görüşme bu yazının konusu olacaktır.

1969 yılında Kralı devirerek, devrim yapan Kaddafi 10 gün süren çok yönlü etkinliklerle kutlamalar yapıyordu. 29 Eylül 1979 tarihinde İstanbul’dan Bingazi’ye uçan delegasyonda şu kişiler yer alıyordu:

Gazeteciler Kenan Akın (Tercüman), Şahap Gensoy ve Hale Vural (Tasvir), Anadol ve Sacide Tangüner (Serbest), Enver Altaylı (Hergün), Zeki Saraçoğlu ve Halis Evrenos (Ortadoğu), Cengiz Çandar (Cumhuriyet) ile bu satırların yazarı… Akademisyenler Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr. Halit Demir, Prof. Dr. Ergun Gökbulut, Prof. Dr. Ömer Kürkçüoğlu, Prof. Dr. Ekrem Pakdemirli ve Prof. Dr. Arif Ersoy… Ankara’daki Libya Kültür Merkezi Müdürü M. Ali Hadi El-Şerif, tercüman Mehmet Anıl ve Libya Tanıtma Genel Müdürü Said Nuha da bizimle birlikte geliyorlardı. İkibuçuk saatlik bir uçuştan sonra Bingazi hava alanına inmiş birkaç kişiyle birlikte ben de Bingazi Üniversitesi öğrenci yurduna yerleştirilmiştik.

Ertesi gün, üç gün devam edecek olan Kaddafi’nin Evrensel Teori dediği Yeşil kitap ile ilgili seminer çalışması başlamıştı. Seminerde, dünyanın her tarafından gelen 700 kişi vardı. Kürsünün yanındaki masada oturan Kaddafi, tüm konuşmaları dikkatle dinliyor, notlar alıyor ve cevaplar veriyordu. Delegasyonumuz adına konuşan Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın konuşmasının bir bölümüne karşı çıkan Kaddafi ona da cevap vererek, “o bölümü anlamamışsın!...” demişti.

TAGRİFT

Seminer çalışmasından sonra bizim delegasyondaki gazeteciler Tagrift’e götürülerek buradaki çadır kente yerleştirilmişlerdi. Tagrif Libya’nın, İtalyan işgal ordusuna karşı kahramanca savaştığı yerdi. 25 Şubat 1928 tarihinde, 450 Arap kahraman, burada İtalyan askerleriyle çarpışmışlar; 75 mücahit şehit düşerken, İtalyanlar çok sayıda ölü vermişlerdi. Hâlâ şiddetli kum fırtınalarından sonra, ortaya çıkan kafatasları görülüyordu. Son İtalyan askeri Libya’yı 7 Ekim 1928’de terk etmişti. Bu nedenle her yıl 7 Ekimde kutlama törenleri yapılıyordu. O yıl bu kutlamaların Tagrift’te yapılmasına karar verilmişti ve devasa çadırlardan oluşan bir çadır kent kurulmuştu. İşte bu çadırlardan birisi gazetecilere, birisi büyükelçilere, birisi bakar düzeyindeki kişilere, birisi askerlere tahsis edilmişti.

Çölün ortasındaydık. Tagrift kalesi arkamızdaydı. Bu kaleye çıkarak, çevreyi temaşa eylemiş; çölde konuşlanmış olan askerleri ve radar mevziini görmüştük. Libya’nın her yerinden halk komitelerinin temsilcileri buraya gelmişler ve çadırlara yerleşmişlerdi.

Akşam, hava karardığında çadırların önünde ateşler yakılmış, kuzular çevrilmeye başlamıştı. Bilahare inşaatı yeni tamamlanan abidenin önündeki müzik, şiir ve raks şölenini izlemiştik. Çok sevdiğim Arap musikisini en doğal biçimiyle dinliyor,  ilginç halk oyunlarını dikkatle seyrediyordum.

Gece gösterileri, son derece görkemli bir şölendi. Çölde unutulmaz bir manzara sergileniyordu. Evet, çöl insanlarıyla, bedevilerle beraberdik. Onların geleneksel giysilerini, musikilerini ve oyunlarını zevkle seyrediyorduk. Bir merkezden havai fişekleri, maytaplar atılıyordu. Böylesi manzaralar, ancak gelişmiş batı ülkelerinde görülüyordu.  Patlatılan havai fişeklerinin yaydığı ışık; gökteki dolunayın ışığını dahi sönük bırakıyordu.

Tagrift’te yaşayan insanlar, tarih boyunca göçebe olarak yaşamıştı. Burası deve kervanlarının geçiş yolu üzerindeydi. Zira burada su vardı. Biraz kazılan her yerden su fışkırıyordu. Ama bu su tuzluydu ve içilmesi sakıncalıydı. Bu nedenle ciddi araştırma ve sondaj çalışmaları yapılarak, tatlı su da bulunmuştu.

Tagrift çölünde, gece yarılarına değin edindiğim izlenim o idi ki; Kaddafi hiçbir şey yapmasa bile, çöl insanına, insan olma bilincini, ulus olma bilincini ve insanca yaşama imkanını sağlamıştı. Artık Libyalı kendisi için, kendi ülkesinde ve kendi ulusu arasında, onurla yaşıyordu.

Bedeviler, saf kan Arap atları ile, geleneksel savaş sahnelerini canlandırmışlardı. At üzerindeki maharetleri onların ustalıklarını ortaya koyuyordu.  Şölende Zelle bölgesi müzik grubunu, Trablus halk oyunları ekibini ve halk ozanlarını dinlemiş, seyretmiştik. Tabii sık sık devrime ve Muammer Kaddafi’ye övgüler düzülüyordu. Yapılan konuşmalardan öğrendiğimiz önemli bir şey de, İtalyanlarla yapılan savaşlarda, Urfalı aşireti de kahramanlıklarıyla ün yapmışlardı. Bunlar, vaktiyle, Şanlıurfa’dan gelip, Libya’ya yerleşmiş ve artık Libyalı olmuş olan bizim insanlarımızın torunlarıydı.

Muammer Kaddafi bir akşam gazeteciler çadırını ziyaret ederek Cemahiriye, Yeşil Kitap, iç ve dış politik meseleler üzerine konuşmuştu. Samimi bir hava içerisinde geçen sohbetin bir yerinde, kendisine yönelttiğimiz, “Türkiye’yi sevdiğinizi biliyoruz, ama bu güne kadar ülkemizi neden hiç ziyaret etmediniz?” sorusuna tebessümle, kısaca şu cevabı vermişti: “Ayasaofya’da namaz kılabileceğim zaman geleceğim!...

ÇÖLDE ASKERİ TÖREN

Ertesi sabaha, hâlâ devam etmekte olan, Arap musikisinin tatlı melodileriyle uyanmıştık. Kalkmış çay, kahve ve sütle kahvaltımızı yapmıştık. Kahvaltıda Bulgaristan’dan gelen marmelat, Hollanda’dan gelen peynir, Avusturya’dan gelen meşrubat vesaire vardı. Çay Hindistan, kahve İngiltere menşeli idi. Keza bardaklar, yatak çarşafı ve havlu gibi Çin’den gelmişti. Kauçuk yatak ve hatta kibrit Yugoslavya, çay semaveri ise Çekoslovakya malıydı. Her yemekte hiç kullanılmamış olan çatal, kaşık, bıçak paketleri açılıyor; yemekten sonra bunlar atılıyordu. Kimi kişilerin kumlar arasından bunları toplamakta olduklarını görmüştüm.

Öğleden sonra Libya ordusunun askeri manevrası vardı. Manevrayı Kaddafi gibi biz de bir tepe üzerinden izliyorduk. Jet uçaklarının gösterileri sırasında bir uçağın yere çakılmasını herkes gibi biz de dehşetle seyretmiştik! Ne yazık ki pilot orada ölmüştü. Genel olarak düzenli bir ordu gözleniyordu. Ama tez zamanda çok işlerin başarılması heyecanı içerisinde, kimi pilotlar, jet uçağı kullanma konusunda yeteri kadar eğitim almamıştı. Keza akşam saatlerindeki törende de bir atın çarptığı kişi koma halinde hastaneye götürülmüştü.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ankhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.